11 Ocak 2014 Cumartesi

Osmanlı İmparatorluğu

TAKDİM

Osmanlı Padişahları
 "Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşu beşer tarihinin en hayrete değer ve en büyük vakıalarından biridir." diyen Grenard ne kadar da doğru konuşmuş. Osmanlı Türklerinin bu kadar küçük bir başlangıçtan elverişsiz şartlar altında bu derece sürekli bir devlet kudretine erişmesi dünya tarihinin en harika tezahürlerinden biridir diye düşünüyorum. Bunda elbette ülkeyi yöneten padişahların payı oldukça büyüktür. Osmanlıların Yakın Doğu'da yerlerine geçen Avrupalı veya hiçbir devlet, bu bölgeyi Osmanlılar kadar iyi idare edememişlerdir. Avrupa devletleri, Osmanlılardan aldıkları ülkeleri ancak zulümle yönebilmişlerdi. Asırları şereflendiren bir tarihimiz var. Biz millet olarak şanslıyız. Çünkü başka hiçbir millete nasip olmamış zenginlikte bir tarihin mirasçıyız. Ve biz gençler olarak buna sahip çıkmalıyız.İşte bu projemde sizlere insanları,ülkeleri kendine bu kadar bağlıyan Osmanlı İmparatorluğu'nun harikulade padişahlarının hayatını bir nebze dahi olsa anlatabilmektir amacım.

1191-1281

ERTUĞRUL GAZİ

Devlet fikrinin babası


  Osmanlı padişahları arasında yer almasa bile Ertuğrul Gazi, Kayı Han aşiretinin Anadolu'ya yerleşmesinde çok önemli bir rol almıştır. 
Ertuğrul Gazi Osman Bey'in babasıdır. Onun babası Gündüz Alp'in babası ise Kaya Alp'tir. Bunlar Kayı Han aşiretinin beyleridirler.
  Kayılar önce Horosan taraflarına yerleşmiş, Moğol istilasının başlaması üzerine Harzemlilerle birlikte Moğollara karşı savaşmış, Harzem Şahlı Celaleddin kahpece arkadan vurulup şehid edilmesinden sonra Merv-Mahan yoluyla Van gölünün kıyısında Ahlata gelmişlerdir.
Kayılar Ahlat'ta 9 yıl kadar kaldılar. Moğolların herşeyi yakıp yıkarak buralara kadar gelmeleri sonucu tekrar göçe başladılar. Önce Erzurum'a oradan Erzincan'a nihayet Amasya'ya geldiler. Bu sırada Ertuğrul Gazinin babası Gündüz Alp vefat etti. Bunun üzerine Ertuğrul Gazi aşiret beyliğine getirildi. 

  Ertuğrul Gazi'nin abisi Sultan Alaüddin Keykubad'a gitti ve kendisinden yerleşebilecekleri bir yurt istedi. Selçuklu Sultanı Karacadağ'ı yurt olarak verdi. Fakat Ertuğrul'un ağabeyleri Sungur Tekin ile Gündoğdu, eski yurtlarına döneceklerini bildirip aşiretin büyük bir kısmıyla Ertuğrul Gazi'nin yanından ayrıldılar. Ertuğrul Gazi, kardeşi Dündar Beyle birlikte kendisine inanıp arkasından gelen 400 çadır halkıyla Anadolunun batısına doğru yola çıktı. 
"Biz Müslümanız"
  Yolda, kıyasıya çarpışan iki orduyla karşılaştılar. Bir tarafta Selçuklu Ordusu diğer tarafta
Moğol ordusu vardı. Selçuklu ordusu yenilmek üzereydi. Ertuğrul Gazi hemen aşiretin yaşlılarını toplayıp ne yapmaları gerektiğini sordu. Yaşlılar aynı fikirde birleştiler : "Biz Müslümanız, Moğol put peresttir. Elbette hem Müslüman olan, hem de bize ülkesinden toprak veren Selçuklu sultanına yardım etmeliyiz..." 
Kayı aşiretinin tecrübeli yiğitleri, savaş alanına fırtına gibi girmiş ve Selçuklulara bir anda büyük bir zafer kazandırmıştı.Bu sonuca çok sevinen Selçuklu Sultanı Ertuğrul Gazinin aşiretine Söğüt kışlasıyla Domaniç yaylağını verdi. Ertuığrul'u da uç beyi yaptı. 
  Buralara yerleşen Kayı aşireti boş durmuyor, zaman zaman sınırı geçen Moğollarla zaman zaman da İznik Rum İmparatoru askerleriyle savaşmak zorunda kalıyordu. Etrafı Bizans kaleleriyle çevrili bulunduğundan çok dikkatli davranıyordu. Bazılarıyla dostane münasebetler kurmuş bazılarını da korkutup sindirmişti. 
Bu bir oluş hareketiydi. Yavaş yavaş devletin çekirdeği atılıyordu. Zamanla büyüyecek, genişleyecek ve üç kıtaya açılacaktı.
Ertuğrul Gazi'nin Rüyası
Kayıların başka taraflara değil de ille Batı Anadolu'ya gelmeleri dikkat çekicidir. Bu seçimde din adamlarının rolü büyüktür.Zaten Ertuğrul Gazinin hayatı boyunca din büyüklerine danışmadan, yaşlıların fikrini sormadan hiçbir iş yapmadığı meşhurdur. Bazı tarihçiler şöyle bir rüya kaydederler: 
Allah'ın sevgili kullarından biri rüyasında, Kayı aşiretinin işareti sayılan kartalın havalandığını, kanatlarının bütün dünyayı örttüğünü ve bütün dünyanın kartalın kanatlarının gölgesi altında kaldığını görmüş ve bunu şöyle yorumlamış : 
"Kayı aşireti ilerde büyük bir devlet olacaktır."
Ertuğrul Gazi'nin Türbesinin içten görünümü
  Osmanlı Devletinin geçmişi bir alaca karanlık içindedir. Çünkü Kayı aşiretini o zamanın tarihçileri çok küçük bir devlet sayıp fazla bir belge tutmamışlardır. Elde olan sayılı belgelerin ise bir kısmı Moğol istilası sırasında bir kısmı Timur'un Bursa'yı yakıp yıkması sırasında kaybolmuş bir kısmı ise 4 Haziran 1931 yılında hurda kağıt fiyatına Bulgarlara satılmıştır. Bu yüzden bazı olaylar yeterince aydınlanamıyor. Bazı kaynaklara göre Ertuğrul Gazi 1281 yılında vefat etmiştir. Türbesi ise Söğüt kasabasında bulunmaktadır. Bugün türbe İstiklal Savaşımız sırasında Bursa'ya giren Yunan askerleri, tarafından alçakçasına makineli tüfekle ateşe tutulmuş, yer yer zarar görmüştür.

1258-1326

OSMAN GAZİ
Aşireti devlet yapan büyük kurucu

1

  Kayı aşiretinin beyi Ertuğrul Gazi ölünce (1281), oğlu Osman Gazi yerine geçti. Henüz 23 yaşındaydı. Fakat Kayı Han aşiretinin ileri gelenleri toplanıp  karar vermişlerdi:  "Beyimiz Osman olsun!" Ertuğrul Gazi vefat etmeden önce Şeyh Edebali ile birlikte kendilerine vasiyette bulunmuşlardır. İşte bu vasiyetler :   
  Osman Gazi 1258 yılında Söğüt'te dünyaya geldi. Sağlam bir aile terbiyesi aldı. Zamanın önde gelen din büyüklerinin sohbetlerinde bulunup faydalandı. Bazı namlı yiğitlerden savaş sanatının niceliklerini öğrendi. 
Önce aşiretinin ileri gelenlerinden Ömer Bey'in kızı Mâl Hatun'la evlendi. Ondan Orhan Gazi dünyaya geldi. Sonra Ahi şeyhlerinden Edabali'nin kızı Bala Hatun'u görüp sevdi. Şeyh Edebali'den kızını istedi. Fakat şeyh : "Kızımı kendim gibi bir din alimine vereceğim" diyerek Osman Bey'in isteğini geri çevirdi. 
Osman Bey'in Şeyh Edebali'ye karşı sonsuz bir hürmeti vardı. Sık sık Şeyh Edebali'nin Ekişehir yakınlarındaki dergahına gider,misafir kalırdı.
  Yine böyle bir gündü... Şeyhlerle deervişlerle sohbet edilmiş, gece yarısına yakın bir vakitte Osman Bey yatacağı odaya götürülmüştü. Duvardaki rafta bulunan Kur'an-ı Kerim'i gördü.El bağlayıp boyun bükerek sabaha kadar hürmet duruşunda kaldı. Şeyh Edebali, Osman Bey'i sabah namazına uyandırmak için odasına gitti. Yatağın bozulmamış olduğunu, Osman Bey'in ise ellerini önünde kavuşmuş,boynunu bükmüş,ayakta olduğunu gördü. Osman Bey, duvardaki rafta bulunan Kur'an-ı Kerim'i göstererek, 
            "Allah Kelamı karşısında ayaklarımı uzatıp yatamazdım" dedi. 
 Bu durum Şeyh Edebali'ye çok tesir etti.
Osman Bey'in Rüyası
Derken bir başka gece, Osman Bey yine şeyhe misafir iken bir rüya gördü. Sabah olur olmaz Şeyh Edebaliye koşup, rüyasını tabir etmesini istedi. 
"Şeyhim,rüyama girdiniz. Göğsümden bir ay çıktı. Yükseldi yükseldi, sonra benim koynuma girdi. Göbeğimden bir ağaç büyümeye başladı. Büyüdü,yeşillendi,dal budak saldı.Dallarının gölgesi bütün dünyayı tuttu. Rüyam ne manaya gelir?"
Şeyh bir hayli düşündükten sonra : "Müjdeler sana!" diyekonuştu,"Rüyan gerçekleşecek ve sen büyük bir devletin temellerini atacaksın. Bu rüyada juzunu sana vermeme dair bir işaret var..."
Bâlâ Hatun'u Osman Bey'e nikahladı.
Osman Gazi hiç boş durmuyor, civarda ki Bizans kalalerine akınlar yapıyordu. Ana yurtlarını kaybetmenin acısıyla Kayılar, canlarını dişlerine takmış savaşıyor,yeni bir vatan edinmek için geceli gündüzlü çalışıyorlardı.

İlk Savaş

Osman Gazi, Osmanlı tarihindeki ilk zaferi Ermeni-Beli çatışmasında kazandı. Kendisine tuzak kuran İnegöl Tekfuru Nikola'nın askerini bozdu. Ardından İnegöl yakınlarındaki Emirdağ eteğinde bulunan Karacahisar'ı ve Porsuk Çayı üzerinde bulunan Karacahisar'ı fethetti. 
Osman Gazi'nin başarıları Bizans tekfurlarını telaşa düşürmüştü. Ona bir tuzak kurdular. Yarhisar tekfurunun düğününe davet edip öldürmeyi planladılar. 
Fakat eski dostu, Harmankaya Tekfuru Köse Mihal, durumu gizlice Osman Gaziye bildirdi. Osman Gazi 40 yiğidini kadın kılığına sokup, kapalı at arabalarıyla düğüne götürdü. Tekfurlar düğün yemeği sırasında Osman Gazi'yi öldürmeyi tasarlammışlardı. Osman Gazi daha çabuk davranıp, kadın kılığına soktuğu savaşçılarına işaret verdi. Bir anda kadın kılığını üzerlerinden atan Kayılı savaşçılar, palalarını sıyırıp tekbirler alarak düşman üstüne atıldılar. Yarhisar Tekfuruna verilmek üzere hazırlanan Bilecik tekfurunun güzel kızı Holofira'yı (Nilüfer Hatun) esir ettiler. O hızla saldıraya geçen Osman Gazi, Bilecik ve Yarhisar kalelerini ele geçirdi. Esir alınan gelin Holofira'yı da oğlu Orhan Bey'e nikahladı. Holofira, Müslüman olup Nilüfer ismini aldı.
Bundan sonra İnegöl ele geçirildi. Bilecik başkent yapıldı. Başarılarını duyan Selçukluu Hükümdarı Osman Bey'e çeşitli hediyeler gönderip onu uç beyi tayin etti. (1289) 

Fetihten Fetihe
Osman Gazi Türbesi'nin içten görünüşü
Durmadan fetihlere devam eden Osman Bey, Yondisar, Yenişehir,Koyunhisar,Köprühisar gibi Bizans kaleleri ile Marmara Denizi adalarından bazılarını aldı (1308). 1314 yılında Bursa kuşatması başladı. Fakat Bursa'nın fethini göremeden vefat etti(1326). Feth, oğlu Orhan Bey tamamladı. 
Osman Gazi ölüm döşeğindeyken oğlu Orhan Gaziyi yanına çağırdı ve ona şu vasiyetleri yaptı: 
"Oğul Orhan, Bursayı aç,gülzar eyle! Beni Bursa'daki Gümüşlü Kümbet altına göm. Din yolunda gazaya devam et. Dostlrını ve komutanlarını  gözet. Bilgilerini kayır. Herkese hakkını ver. Adalet yolundan ayrılma. Benim soyumdan her kim ki doğru yoldan, adaletten geri kalırsa, mahşer gününde Peygamberimizin şefaatinden mahrum kalsın! Ey oğlum, bu devleti,bu ümmeti sana, seni Hüda'ya emanet ediyorum..."

Osman Gazi'nin kişiliği

Osman Bey düşmanlarına bile iyi muamele eder, adalet yolundan hiç ayrılmazdı. Bu yüzden düşmanları dahi onu sever ve sayarlardı. Devltetten hiç maaş almadı. Sadece kendisine ait sürülerin geliriyle yaşardı. Konaklarda değil, herkesin oturduğu evlerde otururdu. Fakirler için günün her saati evinde yemek pişerdi. 

Öldüğü zaman, ondan geriye 3 koyun sürüsü, bir sarık bezi,birkaç at,bir at zırhı, bir çift çizme,bir kaç sancak,mızrak, ok, yay ve iki uçlu bir kılıç kaldı. Başkaca hiçbirşeyi yoktur. 

Türbesi Bursa'nın Tophane semtindedir. 1854 depreminde yıkıldığından 1868'de Sultan Abdülaziz bugünkü türbeyi yaptırmıştır. 

Çoban, Pazurlu, Orhan, Hamid, Alaüddin, Savcı ve Melik isimli oğulları bir de Fatma Hatun isimli kızı vardı.


 1326-1359


ORHAN GAZİ

Bizans'a diz çöktüren kahraman



2
Osman Gazinin bahadır evladı Orhan Gazi, 1281 yılında Söğüt'te dünyaya geldi. Dini eğitimini Şeyh Edebali'den, askeri eğitimini babası Osman Gazi ile onun yiğit silah arkadaşlarından aldı. Daha çocuk yaşta iken devrin ilimlerini biliyor, her türlü silahı kolaylıkla kullanıyor, Söğüt'te sık yapılan at yarışlarını ve cirit oyunlarını kazanıyordu. Her haliyle Osmanlılara baş olabilecek bir bey oğlu olduğu görülüyordu.Babasının sağlığında Osmanlı Beyliği'nin idari işlerinde vazife aldı. Babasının emriyle akınlar yaptı. Yarhisar Kalesi'nin fethinde büyük faydalar gösterip, tecrübeli komutanlarla babasının takdirini kazandı. Bizanslılardan birçok kale zapt etti. Nihayet 1326 yılında, 8 yıllık bir kuşatmadan sonra Bursa'yı fethetti...Çok sevdiği babasının vefatı onu yüreğinden yaralamıştı. Fakat vakit durma vakti değil, daima ileri atılma vaktiydi. Babasının maksadını çok iyi biliyordu: İznik'i , İzmit'i , Yalova'yı ve civarını fethedip, Bizans'ı Anadolu'dan bütünüyle atacak, ondan sonra Rumeli'ye gelecekti. Fetihler ardı ardına sürüyordu. Komutanlardan Akça Koca Kandıra'yı, sonra Gazi Abdurrahman'la birlikte Kartal yakınlarında bulunan Aydos ve Semendire'yi almıştı. Bu sırada komutanlardan Kara Mürsel de İzmit Körfezi'nin güneyini Osmanlı Beyliği'ne katmıştı.

"Gayrı durmak haramdır!"

 Bir gün Orhan Gazi, silah arkadaşlarını ve beyliğin önde gelen din adamlarıyla komutanlarını topladı:
"Gayrı bize durmak haramdır!" diye konuştu, " Sıra İznik'e gelmiştir, İslam sancağını İznik'in ortasına çakacağız!"
Tekbirlerle ve dualarla yola çıkıp İznik'i kuşattılar. Bu şehrin Hristiyanlar için önemi büyüktü. İlk Hristiyan konsülü burada toplanmıştı. Bu şehri almak demek, Hristiyan alemini kalbinden vurmak demekti. Bu şehri almak demek, Bizans'ı Anadolu'dan ebediyen atmak demekti.
Bizans İmparatoru, genç Andronikos, ordusunu alıp İznik'i kurtarmaya koştu. Osmanlı ordusuyla Bizans ordusu "Pelekanon" denilen yerde karşı karşıya geldi. Yapılan savaşta Bizans ordusu yenildi. İmparator, ardına bakmadan İstanbul'a kaçtı. Bunun üzerine uzun süre dayanamayan İznik, Osmanlılara teslim oldu (1330). 

"İznik bizimdir"

Fakat Osmanlıların İznik'e hakimiyetleri fazla sürmedi. Bir ara tekrar Bizans'ın eline geçti. Ama Orhan Gazi bütün gücüyle İznik'i kuşattı. İznik'in Rum halkı, kısa sürede olsa İslami idarenin tadını almış, Bizans Beylerinin zulmünden kurtulmuştu. Artık Bizans'a bağlı değil, Osmanlı Beyliğine bağlı olarak yaşamak istiyorlardı ve bu arzuları 1331'de gerçekleşti. İznik ikinci defa ama bir daha düşmana verilmemecesine fethedildi.
İznik Yeşil Cami

Orhan Gazi'nin ilk işi, İznik'te bulunan ve Hristiyanlarca kutsal sayılan Ayosofya Kilisesi'ni camiye çevirmek oldu. Osmanlı mimarisinin ilk örnekleri İznik'te filizlendi. Cami,mederese,imaret inşa edildi.


Kısa sayılabilecek bir zaman içinde Ulubat,Milahiç,ve Krimasti alındı. Bu şehirlerin alınması,Osmanlı Beyliğini Karesioğullarıyla komşu yapmıştı. Orhan Gazi, Karesi beylerine, maksadının sadece toprak almak olmadığını, Rumeli'ye geçip İstanbul'u fethe girişeceğini,böylece "İstanbul bir gün mutlaka fethedilecektir" buyuran Peygamberimizin müjdesini gerçekleştirmeye çalışacağını anlattı. Karesi Beyliğinin değerli komutanları böylece Orhan Gazi'nin komutası altına girdiler.

Bizans'ta Durum

Bu sıralar Bizans'ta karışıklık vardı. İmparator Vekili Kantakuzinos, Orhan Gazi'den yardım istedi. Bu fırsatı değerlendiren Orhan Gazi hemen altı bin kişilik bir kuvveti İstanbul'a  yardım gönderdi. Kantakuzinos bu yardım sayesinde Karadeniz kıyılarını ve Edirne'yi ele geçirip imparator oldu. Minnet borcunu ödemek için kızı Teodara'yı Orhan Gaziyle evlendirdi(1346) Yine Orhan Gazinin yardımıyla İstanbul'a girdi, Bizans tahtına oturdu.
Türklerin Rumeli'ye geçişi
Bu yardımlar sırasında Osmanlılar,Rumeli'yi iyice öğrendiler. Zayıf noktalarını tespit ettiler.Sıra Rumeli'ye geçip yerleşmeye, sonra da İstanbul'u fethetmeye gelmişti...
Karar verilince, Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa, babasının huzuruna çıkıp el öptü: "Bey babam, izin ver, Rumeli'yi fethedeyim!" dedi.  Orhan Bey bu teklife çok sevindi. Hazırlırladığı ordunun başına oğlunu geçirdi. Tecrübeli komutanları da yanına vererek fethe uğurladı. Anadolu tepelerinden Çanakkale Boğazını görünce bir tereddüt geçirdiler. ''Deryayı nasıl geçeceğiz?" Uzun münakaşalardan sonra, Orhan Gazi'nin kahraman evladı, bir çare buldu. ''Bol ağaç var, bunlardan sal yapıp deryayı geçeriz!" 

Rumeli'ye Geçiş 

 Böylece ilk Osmanlı akıncı kafilesi sallarla karşı sahile geçti ve Rumeli'yi adım adım fethe başladı. Ancak Süleyman Paşa'nın bir av sırasında attan düşüp ölmesi (1359) üzerine durakladı. 
Orhan Bey'in fermanlarının üstünde bulunan tuğrası
Orhan Bey'e haber salındı. Çok sevdiği oğlunu vefat haberi, onu çok sarstı. Ama devlet işleri beklemezdi, hele fetihler geciktirilecek şeyler değildi. Süleyman Pasa'dan boşalan yere oğullarından Murad Bey'i tayin etti. Böylece Osmanlı Beyliği Rumeli'ye geçmiş oluyor ve fetihler dev adımlarla ilerliyordu. Sıra elbet bir gün İstanbul'a gelecekti...
Fakat Orhan Bey yaşlanmıştı. Vaktinin çoğunu bilginlerle sohbete ayırıyor, ibadetle meşgul oluyordu. Onun yerine oğlu fetihten fetihe koşuyordu. Bir ara Bizans Prensesi Teodora'dan ola oğlu Halil Bey'i Foça korsanları kaçırmış (1356), bu da Orhan Bey'i çok üzmüştü. Halil Bey 3 yıl Foça korsanlarının elinde esir kaldıktan sonra 1359'da kurtarıldı ve babasına teslim edildi.
Orhan Bey 1359 yılında 78 yaşındayken Bursa'da Hakkın rahmetine kavuştu. Türbesi Bursa'da, şanlı babasının yanındadır.
Orhan Bey'in Türbesinin içten görünüşü

Orhan Gazi'nin Kişiliği

Gerektiğinde sert gerektiğinde yumuşak bir hükümdardı. Bilginleri korur, din alimleriyle sohbetten büyük zevk alırdı. Savaşlardan arta kalan zamanını dini sohbetlerle değerlendirirdi. Bursayı imar etti. Osmanlı mimarisinin ilk büyük eserini İznik ve Bursa'da yaptırdı. Konağının yakınına kurduğu aş evinde her gün bizzat kendisi fakirlere yemek dağıtır, dervişlere/hocalara/şeyhlere çok önem verir,daima hayır dualarını alırdı.


Orhan Gazi, alimleri sever ve sayardı.

 Mevlana'yı Yunus Emre'yi çok takdir ederdi. Mevlana Sinan, Şeyh Edebadli, Dursun Fakih gibileri Orhan Gazi'nin çok sevip saydığı din ulularıydı.
Orhan Gazi düzenli askeri bir teşkilaat kurdu, Osmanlı Devletinin ilk parasını bastırdı; fethettiği yerlere adalet ve idari işler için kadılar, askeri işler için subaşılar tayin etti. Şehir,kasaba, ve hatta köylerde camiler,mescitler,hamamlar,hanlar,medreseler kurdu. Zamanında Osmanlı Beyliği halkı o kadar varlıklı ve rahattı ki, tarihçiler ''Zekat verecek fakir kalmamıştı.'' diye yazarlar.
Ve bir Rum tarihçisi olan Halkkondil Orhan Bey'i şöyle anlatır:
''Gazilere, sanatkarlara, fakirlere cömert; alimlere kahramanlara hürmetkâr; dindar, adil ve Hristiyanlara nazik idi...''








1326-1389

MURAD HÜDAVENDİGÂR

Şehit Hünkâr

3

   Orhan Gazi'nin vefatı üzerine,Osmanlı tahtına oğlu Murad geçti. Osmanlı padişahları içinde ''I. Murad'' olarak anılan padişah, ''Murad-ı Hüdavendigâr'', '' Gazi Hünkâr''  ünvanlarıyla da anılır.
Sultan Murad'ın yetişmesiyle annesi meşgul oldu. Zamanın ilim merkezi Bursa'da toplanan bilginlerden dersler aldı. 
Biraz büyüdüğü zaman sancak beyi olarak bir şehrin idaresine memur edildi. İdare ve askerlik konularında kendisine bilgi verecek biri, " lala" sıfatıyla yanına verildi. Bu usul sonradan gelenek haline geldi. Şehzadeler bir şehrin idaresine gönderiliyor, orada görgü ve bilgilerini arttırıp padişahlığa hazırlanıyorlardı. 
Osmanlı tahtına oturan Sultan I. Murad'ın ilk işi, Ankara'yı barışla almak oldu. Ankara'da bulunan Ahi Cumhuriyeti böylece sona erdi (1361) Ardından Edirne'yi alıp taht şehri (başkent) yaptı. 
Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil Paşa'yı vezir, Lala Şahin Paşa'yıda seasker tayin etti. ''Yaya'' ve ''Müsellem'' adlı iki askeri sınıf meydana getirdi. Fethettiği yerlerden esir alınan çocuklarını toplayarak Osmanlı ordusuna Devşirme usulünü başlattı
(1361). Küçük yaştayken toplayanan Hristiyan çocukları eğitiliyor, ailelerin yanına verilip tam bir dini terbiye almaları sağlanıyor, belli bir yaştan sonra da ''acemi oğlan'' adıyla orduya alınıyorlardı. Bunlar sonradan ''yeniçeri'' oluyordu. Ve kabiliyetlerine  , devlete yaptıkları hizmete göre sadrazamlığa kadar yükselebiliyorlardı. 
Kızı Sultan Hatun'u,sınır komşusu Karamanoğlu Alaüddin Halil'in oğlu Alaüddin Ali Bey'e veren Sultan I. Murad, öte yandan Germiyanoğlu Süleyman Şahın kızını da oğlu Şehzade Bayezid'e aldı. Böylece Kütahya, Simav,Eğrigöz ve Tavşanlı, '' gelin cihazı'' olarak Osmanlı Devleti'ne verildi. Sultan I. Murad, Anadolu birliğini sağlmak ve Bizans'a yüklenmek azmindeydi. Akrabalık bağlarıyla Müslüman-Türk develetlerini birbirine bağlıyor ve aralarına kılıç girmemesine çalışıyordu . Fakat damadı Alaüddin Ali Bey, bunu anlamayacak, bir zaman sonra Psmanlı topraklarına saldıracaktı. Ama dersini alıp devletini kaybedecekti...
Rumeli'de yeni fetihlerle uğraşan padişah, Anadolu'nun idaresini oğullarına bırakmıştı. Büyük oğlu Bayezid'i Germiyan'a, ortanca oğlu Yakup Çelebi'yi Karesi'ye küçük oğlu Savcı Bey'i de Bursa'ya sancak beyi tayin etmişti.

Şehzade Savcı Bey'in İsyanı

Savcı Bey'in temsili resmi
Savcı Bey, babasının yerine geçmek isteyen Bizans prenslerinden Andronikos'la anlaştı. Babalarını devirip yerlerine geçeceklerdi. İkisi de aynı anda isyan ettiler. Bizans imparatorunun oğlu imparatora, Şehzade Savcı Bey de padişaha baş kaldırdı.Padişah ordusunu alıp şehzadenin üstüne gitti. Fakat aynı dine, aynı millete mensup orduların dövüşmesini hiç istemiyordu. Kete Ovası'nda iki ordu karşılaştı. Bir gece yarısı Murat Hüdavendigâr, iki ordunun arasındaki dereyi tek başına geçip oğlunun askerlerine şöyle bağırdı:
''İçinizde benden şikayetçi olan varsa, meydana çıksın! Kendisini dinleyeceğim. Biz kafirlerle uğraşırken, sizin şu yaptığınız doğru mudur?'' 
Padişahın cesaretine hayran olan askerler, ellerini öpmeye koştular. Şehzade Savcı Bey, yanında birkaç Bizanslı ile kendisine bağlı birkaç askerden başka kimse kalmayınca şaşırdı. Alelacele Dimetoka Kalesi'ne kaçtı. Padişah kaleyi kuşattı. Şehzade, başka çare bulamayınca teslim oldu. 
Yüreği insan sevgisiyle dolu bulunan Hüdavendigâr, oğlunu bağışlayacak huzuruna çağıracaktı. Fakat Savcı Bey, babasına hürmet göstermedi, özür bile dilemedi, üstelik ağır sözler söyledi. Bunun üzerine padişah,yüreği kan ağlayarak, oğlunun öldürülmesini emretti.

Sırp Sındığı Zaferi

Osmanlı Devleti gün gün büyüyordu. Toplanan askerler çelik gibi bir disiplinle yetiştiriliyordu. Ordu mevcudu 60 bin olmuştu. Bu ordunun bir ayağı Asya topraklarında, diğer ayağı ise Avrupa topraklarındaydı. Sırplar, Bulgarlar, Ulahlar ve Macalar birleşmek zorunda kaldılar. Macar Kralı Layıoş'u kbaşkomutan yaptılar. Osmanlı ordusuna saldırmak için Meriç kıyısına geldiler. 
Bu sırada padişah, ordunun büyük kısmıyla Bursa'da bulunuyordu. Meriç yakınlarında Haci İlbey , 10 bin askerle düşmanı bastı. Çoğunu kırıp geçirdi. Layoş güçlükle kaçıp canını kurtarabildi. Bu savaş, tarihimizde ''Sırp Sındığı Savaşı'' olarak anılır. (1364)
Bursa Murad Hüdavendigâr Camii Mihrabı
On bin Osmanlı askerinin, kendisininden kat kat kalabalık Hristiyan ordusunu perişan etmesi, Papa V. Urban'ı korkuttu. Hristiyanlardan bir Haçlı ordusu kurmaya çalıştı, ama kimse Murad Hüdavendigâr'a karşı savaşmaya cesaret edemiyordu. Bu yüzden papanın teklifine katılmadılar. 
Osmanlı orduları Balkanlar'da ilerliyordu. Yıldırım gibi düşen akıncılar, sınır boylarından başlayıp Avrupa içlerine kadar akınlar yapıyorlar, düşmanın gözünü korkutuyorlardı. Artık Bursa'dan Kosova'ya kadar olan ülkelerde Sultan Murad yalnız kaleler, şehirler, ülkeler fethetmekle kalmıyordu. Fethettiği her bir yere, Anadolu'dan getirttiği Müslüman Türkleri yerleştiriyordu. Diğer yandan da İslamın mührünü basarcasına camiler,medreseler,zaviyeler,tekkeler,mescitler inşa ediyordu. Buralara İslam dinini iyi bilen âlimleri yerleştirip asıl maksasdı olan Avrupa'yı Müslümanlaştırmaya doğru adım adım yaklaşıyordu.

Avrupa'da Osmanlı korkusu

Fethettiği yerlerin halkına asla zulmetmiyordu, aksine onları zalim beylerin zulmünden kurtarıyordu. İslam'ın ''eşitlik'' ilkesini titizlikle uygulayan I.Murda, Hristiyanların bile sevgisini ve saygısını kazanmıştı...
Sultan Murad'ın büyük emellerinden biri de, İstanbul'u fethetmekti. Bütün hazırlıkları buna göre yapıyordu. Etrafı düşmandan temizleyip, kuşatma sırasında Bizans'a gelebilecek yardımların yolunu şimdiden kesiyordu. 
Fakat Avrupalılar da boş durmuyorlardı. Hele Sırp Kralı Lazar Grebliyonoviç son derece telaşlıydı. Sırp Sındığı Savaşı'ndan sonra Osmanlılarla yaptığı antlaşmaya göre,her yıl Osmanlı padişahına yüklüce bir vergi vermek zorundaydı. Öte yandan Bulgar Kralı Şişman da Osmanlı himayesine girmiş,kız kardeşi Mara'yı Osmanlı padişahına vermişti. Ama bir süre sonra, ''Ne büyük bir yanlış yaptığımı anladım. Sel gibi akan Hristiyan kanına ihanet ettim!'' demeye başladı. 
Bu sırada Sırp Kralı Lazar, bir Haçlı ordusunu toplamak için çırpınıyordu.Osmanlıların Balkanlar'da süratle ilerlemesi, diğer Balkan ülkelerini de düşündürmekteydi. 
Lazar önce Macaristan'a başvurdu. O sıralar Macaristan'a başvurdu. O sıralar Macaristan'ı başı dertte olduğundan ret cevabı aldı. Bunun üzerine Bulgurlara ve Bosna kralına müracaat etti. Bosna Kralı I. Tvartko, Lazar'ın teklifini kabul etti.  Ardından Bulgar Kralı Şişman da Lazar'la gizlice anlaştı. Aralarında bir Balkan ittifakı imzalanadı. Bu ittifaka Ulahlar, Boşnaklar ve Arnavutlar da dâhil bulunuyordu. Haçlı ordusu hazırdı, Sırp Kralı Lazar'ın komutasında Osmanlıları Balkanlar'dan atmaya  ant içmiş olarak geliyordu. O kadar gururluydular ki, '' Gök kubbe çökse mızraklarımızla tutarız!'' diyerek şişiniyorlardı.

Haçlıların Hazırlıkları

Bu hazırlıkları anında haber alan Sultan I. Murad, Bulgarları, Haçlı birliğinin dışında tutmaya karar verdi. Vezir-i azam Çandarlı Halil Paşa'nın 1387'de vefatı üzerine vezir-i azam olan Halil Paşa'nın oğlu  Çandarlı Ali Paşa'yı  bir miktar askerle Bulgaristan üzerine gönderdi: '2 Göreyim seni vezirim, Kral Şişman'ın kolunu kanadını kır!''
Çandarlı Ali Paşa hızla Rumeli'ye geçti. Bulgar topraklarına girdi. Kısa süre içinde düşmanı ezerek, Bulgar Krallığı'nın en güçlü kalelerinden Tırnova'ya dayandı. Bir yandan beş bin askerle Pravadi'ye gönderdiği Yahşi Bey, Pravadi'yi alırken, beride Çandarlı Ali Paşa, Tırnova'yı aldı. Kral Şişman yardım gelir ümidiyle Niğbolu Kalesi'ne doğru çekildi. Çandarlı peşini bırakmadı. Zaten Sultan Murad da ordusuyla Niğbolu taraflarına geliyorduç
Kral Şişman, başka çare kalmadığına görünce Çandarlı'ya rica etti:
'' Hata ettim, padişahım efendimden af diliyorum, n'olur beni bağışlaması için aracılık edin!''
Çandarlı iyi sürekli, yardımsever bir vezirdi. Yardım isteyen düşmanına bile yardım ederdi. Teklifi kabul etti. Padişaha ricada bulundu. Sultan Murad sevgili vezirini kırmadı. Ricasını kabul etti ve Şişman'ı bağışladığını bildirdi.
Bu sırada Sırp Kralı Lazar, Bulgar ordusundan kaçanları toplayıp daha çok güçlenenmeye çalışıyordu. Bulgaristan'ın nasıl yere serildiğini haber almış ve korkusu artmıştı. Ama başka çaresi yoktu. Ya bu yolda yürür veya bu yolda ölürdü. Ok yaydan çıkmıştı. 
Osmanlı Ordusu Felibe'de konakladı. Otağ-ı hümayun bir tepenin üstüne kuruldu. Bu sırada Evranos Bey otağ-ı hümayuna doğru yürürken dört yandan sevgi dolu sesler yükseliyordu:

''Gazi babamız hoş geldiniz!''

Gazi Evranos Bey gülerek herkese selam veriyordu. Evranos Bey'in gelmesi padişahı da çok sevindirdi. Savaş tecrübesi çok fazla bir askerdi. Padişahın babası Orhan Gazi'yle çeşitli savaşlarda bulunmuş,nice zaferler kazanmıştı. Onu ayakta karşıladı:
''Hoşgeldin koca Evranos Gazi, koca baba yadigârım!''

''Kanla İmzalatacağım!''

Sabah oradan kalkan ordu, bir süre sonra Karatova'da tekrar mola verdi. Gelen Sırp elçileri,padişah tarafından burada kabul edildiler. Elçibaşı,kralından aldığı emir üzere atıp tutmaya başladı:
Sultan Murad'ın tuğrası
"Şayet kendiliğinizden Balkan topraklarını terk ederseniz kralımız bir anlaşma imzalamaya hazırdır. Yok derseniz, biliniz ki, sizi 100 bin kişilik koca bir Haçlı ordusu karşılayacaktır. Bu ise Osmanlıların sonu olabilir."
Sultan I. Murad bu sözler karşısında gülümsedi:
"Daha düne kadar el öpüp bağışlanmak için adam gönderen kralınız, bugün savaşmak için adam gönderiyor... Söyleyin ona,istediklerini Kosova meydanında kendisine kanla imzalatacağım! Biz Kosova'ya şan bulup şöhret kazanmak için değil, Allah'ın adını yaymak için geliyoruz. Elbette Peygamberimizin nuru, yolumuzu aydınlatacaktır..."
Ertesi gün padişah,ordularına bir geçit töreni yaptırdı. Sırp elçileri de yanındaydı. Önünden sıra sıra geçen askerleri göstererek elçilere şöyle dedi:
"Balkanlar'ı fetheden ordu,işte bu ordudur. Kosova Sahrası'nda yeni bir zafer destanı yazacak ordu da yine bu ordudur!"
Elçiler,Osmanlı askerlerinin Haçlılardan az olduğuna pek sevinmişlerdi. Elçibaşı:
"Ordularınızı gördük"dedi.
"Ama bizim ordularımız sizin en az 3 katınızdır. Hele beş bin zırhlı askerimiz vardır ki zafer kazanmak için bunlar bile kafi gelir..."
Padişah,elçinin göz bebeklerine baktı:
"Bu dediğin harp meydanında anlaşılır"dedi.

Birinci Kosova Savaşı

Sonunda Haçlı ordusuyla Osmanlı ordusu Kosova meydanında karşı karşıya geldi. Haçlılar çok önce gelmiş ve tepeleri tutmuşlardı. Ovada karınca sürüsü gibi Haçlı askeri kaynıyordu. Sultan I. Murad ovaya hakim bir tepeye çıktı. 2 rekat namaz kılıp ellerini açtı:
"Allah'ım! Mübarek Resulü'nün hürmeti içün,müminlere yardım et!

Sultan I. Murad'ın, Kosova Meydan Savaşı’da ölmeden birkaç dakika önce okuduğu dua (bugünün Türkçesiyle) :
Peygamberin yüzünün suyu, Kerbela’da akan kan, ayrılık gecesinden ağlayan göz, aşkının yolunda sürünen yüz, dertlilerin hazin gönlü ve canlara tesir eden yakarışları için! Lütfunu bizimle beraber kıl ve muhafazani bizden eksik etme Yarabbi!
Yarab! İslam ehline yardımcı ol, düşmanın elini bizden uzak tut! Günahımıza değil, candan ve gönülden gelen ahımıza bak!
Mücahidlerini telef ve bizi düşman oklarına hedef ettirme.
Vücutlarımızı mezardan sakla, İslam’ı tehlikelerden uzak tut. Bunca senedir ettiğimiz duaları ve din uğruna yaptığımız savaşları boşa çıkarma, adımı kahrın ile perişan, yüzümü halkın içinde siyah etme! İslam topraklarını ayaklar altında çiğnetme, utanç içindeki insanların yaşadığı bir yer haline getirme.
Yarabbi, bilirim ki İslam ehline lütufların çoktur, bu lütuflarını bu savaşta da göster. Din yolunda şehit olunacaksa beni et de ahirette mutlu bir yere ulaşayım.

Otağı hümayuna dönüp bir savaş meclisi kurdu. Vezirlerden,beylerden,paşalardan fikir sordu. Bazıları askerin çok yürüdüğünü yorgun olduğunu,önce dinlenmesi gerektiğini söyleyince Şehzade Bayezid dayanamadı, şiddetle itiraz etti:
"Zaferi,zafere inanan kazanır, inanmayan kaybeder. Biz şimdiye kadar düşmandan perva etmedik,bundan sonrada etmeyiz. Düşmanı ancak böylelikle şaşırtabiliriz. Çünkü onlar da bizim birkaç gün dinleneceğimizi zannediyorlar."
Çandarlı Ali Paşa, şehzadenin erkekçe kükreyişi karşısında dayanamamış,ondan yaşça büyük olmasına rağmen ellerine sarılıp öpmeye başlamıştı. Kara Timur Paşa da Şehzadeyi destekliyordu:
"Evet, sabah erkenden yüklenmek evladır."
Sultan Murad son sözü Gazi Evranos Bey'e verdi:
"Sen düşmanın durumunu hepimizden daha iyi bilirsin baba yadigarım,onlarla cenk ettin. Ne düşünürsün,tedbir nedir?"
Gazi Evranos Bey hemen fikrini açıkladı:
"Şehzade Bayezid haklıdır padişahım. Sabah namazından sonra güneşin doğma zamanı hücuma geçelim."
Sabaha yakın bir zamana kadar savaş planı üstğüe konuştular ve bir kaç saat uyumak için çadırlarına dağıldılar.
Nöbetçilerin dışında belli ki herkes uyumuştu... Uyumayan sadece Sultan I. Murad'dı Kur'an-ı Kerim okuyor,namaz kılıyor,tövbe ediyor ve Allah'a zafer için yalvarıyordu:
"Yüceler yücesi Rabbim , İslam ordusuna zafer nasip et!"

Zafer

15 Haziran 1389 sabahı mehter cenk havaları vurdu,atlar kişnedi,emirler çınladı. Ve Sultan Murad, atının üstğnde dimdik,askerlerine şöyle konuştu:
"Gaziler, bugün cesaret günüdür! Bugün cesaretinizle titreyen Kosova Ovası'na zafer sancağını dikeceksiniz. O sancak bir daha düşmeyecek ve Macaristan içlerine doğru ilerleyecektir. Bugün kazanacağımız şanlı zafer, İslam'a Avrupa'nın yolunu açacaktır. İşte siz,işte meydan! Gaziler dini için ölmeyi göze alanlar,arkadamdan "Allah,Allah!" deyip yürüsün!"
Öncülerin kapışmasıyla savaş başladı. Sonra taraflar iç içe girdi. Şehzade Bayezid yıldırım gibi çakıyor,düşmana soluk aldırmıyordu. Gazi Evranos Bey gençleşmiş,bşr delikanlı olup çıkmıştı. Birliğinin başında kılıç sallıyordu:
"Hayda gazilerim, hayda koca evlatlarım, koman!"
Meydan "ALLAH! ALLAH!" sesleriyle inliyor,toz dumandan göz gözü görmüyordu.
Lazar akşama doğru savaşı kaybettiğini anladı. Çekilme emri verdi. Fakar Osmanlı ordusunun içinde kalmıştı. Canını zor kurtardı.
Güneş I. Kosova Zaferinin üstüne ağır ağır batıyordu.

Şehit Hünkar

Ertesi sabah Sultan I. Murad, harp meydanını gezmeye çıktı. Ölü ve yaralılarla doluydu. Padişah yaralı düşman askerlerinin tedavi edilip ölülerin gömülmesini emretti. 
Bu sırada "Miloş Kabiloviç" isimli yaralı bir Sırp asilzadesi, padişahın yakınlarından birine, Müslüman olmak için padişahla görüşmek istediğini söyledi. Padişaha durum bildirilince "Getirin",dedi, " Müslüman olmak isteyen birini reddedemeyiz."
Miloş'u padişaha götürdüler. Miloş, padişahın eteğini öpmek ister gibi yapıp kolunun içine sakladığı hançeri hızla çıkardı ve Sultan I. Murad'ın kalbine sapladı.
Murad Hüdavendigâr Türbesi'nin içten görünüşü
"Al!"
Padişah yakınında bulunanların kolları arasına düştü.
Savaştan önce yaptığı duada, " Ya Rabbi, Sen beni kurban eyle,yeter ki zaferi Müslümanlar kazansın..." demişti. Şimdi duası kabul lmuş ve şehitlik makamına yükselmişti. Gülümseyen dudakları kımıldadı:
"Kader..." diye fısıldadı, "Yerimize oğlumuz Bayezid geçsin!"
Kelime-i şahadet getirdi. Dünya hayatına ebediyen gözlerini yumdu. Onun için artık bambaşka bir hayat başlıyordu...
Böylece Kosova Zaferi kazanılmış,fakat Sultan Murad Hüdavendigâr gibi bir padişah şehit olmuştu. Ama yeri boş kalmayacak oğlu Bayezid tarafından doldurulacaktı.
Sultan Murad'ın cenazesinin çürümeden Bursa'ya getirilebilmesi için iç organları Kosova Meydanı'na gömüldü. Üstüne güzel bir türbe inşa edildi. Hala orada şayan dindaşlarımızın, soydaşlarımızın saygıyla ziyaret ettikleri bir yer oldu.
Esas türbesi ise Bursa'nın Çekirge semtindedir. Bu türbede ayrıca oğlu Yakup Çelebi, Yıldırım Bayezid'in oğlu Emir Sultan ve valiliği sırasında ölen oğlu Mahmud da gömülüdür.
Sultan I. Murad'ın Bayezid ,  Savcı , Yakup , İbrahim isimli 4 oğlu ile Nefise Hatun ve Sultan Hatun isimili 2 kızı vardı. Anası Nilüfer Hatun, eşi Gülçiçek Hatun'dur. 30 yıl saltanat sürdükten sonra 63 yaşında şehid olmuştur. Doğum yılı 1326'dır.

Murad Hüdavendigâr'ın Hizmetleri ve Kişiliği

Sultan I. Murad, tarihimize şan veren büyük padişahlardandır. Ağabeyi Alaüddin'in sağlığında , Murad'ın padişah olacağı sanılmıyordu. Padişahlık için Alaüddin düşünülüyordu. Vakitsiz ölümü, Murad'a taht yolunu açtı. Bu işe göre yetişmemesine rağmen, büyük gayret gösterip eksikliklerini tamamladı. Mükemmel bir asker, iyi bir idareci, büyük bir siyaset adamı olduğunu gösterdi. 
Babası ona Rumeli'de küçük bir köprü başı bırakmıştı. Bu küçük köprü başını kullanarak büyük işer başardı. Osmanlı Devleti'nin Rumeli'deki topraklarını genişletti. Bizans'ı emir altına aldı. Balkan devletlerini dize getirdi. Anadolu birliğini sağladı...
Böylece Bizans fethe hazır hale geldi. Bu yüzden Sultan I. Murad, Osmanlı Devleti'nin kurucusu sayılır. Dedesi Osman Gazi, 400 çadırlık bir aşiretten beylik çıkarmış, babası Orhan Gazi beyliği devlet yapmış, I. Murad ise devleti imparatorluk olacak şekilde hazırlamıştır. Her halde Timur istilası olmasaydı Bizans, Yıldırım Bayezid tarafından da fethedilebilcekti. Bunu Sultan I. Murad hazırlamıştır.
Rumeli'nin gerçek fatihi Sultan Murad'ın dahiyane siyaseti sayesinde,fethedilen  Balkanlara Müslüman Türkler yerleştirilmiş ve Balkanlar Müslümanlaştırılmıştır. Böylece Osmanlı Devleti'nin rahat hareket etmesi mümkün olmuştur. 
Sultan I. Murad'ın Kosova meydanında şehit edilmesi, bütün Müslümanları üzmüştür. Camiler, Sultan I. Murad'ın ruhuna okunan hatimlerle,mevlitlerle aylarca çınlamıştır. Hatta zamanın Mısır Sultanı Barkuk, kıymetli bir Kuran-ı Kerim'le bir altın şamdan ve altın tas göndermiş, bunların Sultan Murad'ın türbesine konmasını istemiştir.
Sultan I.Murad'ın sağlam bir kişiliği vardı. Azimli ve kararlıydı. Komutanlarına fikir danışır,herkesin görüşlerini bildirmesine fırsat verir,alınan kararı ne olursa olsun uygulardı.
Bilginleri sever,din adamlarını korurdu. Fethettiği sıralarda bir harabeden farksız bulunan Edirne'yi yeniden inşa etti.Birçok cami,mescit,hamam,han,kervansaray,çeşme,köprü yaptırdı. 
Sultan Murad Hüdavendigâr'ı birde burdan dinleyelim :


1360-1403

YILDIRIM BAYEZİD

Niğbolu Kahramanı

4
Tarihimizde "Yıldırım" lakabıyla anılan I. Bayezid, 1360'ta dünyaya geldi. Babası Kosova Savaşı'nda şehit düşen Sultan I. Murad, annesi Gülçiçek Hatun'dur.  1389 tarihinde Osmanlı tahtına çıktığında 29 yaşında idi.
Çocukluğunu Bursa Sarayı'nda kardeşleriyle birlikte geçirdi. İyi bir eğitim gördü. Devrin en büyük alimlerinden dersler aldı.
Çok zeki ve hareketliydi. Babasının yanında girdiği savaşlarda gösterdiği kahramanlık ve çeviklik, ona "Yıldırım" lakabını kazandırdı. Gençliğinde Kütahya sancağı valiliğinde bulundu.
I. Bayezid, Osmanlı tahtına çıktığı zaman, bunu fırsat bilen bazı Anadolu beylikleri baş kaldırdı. Germiyanoğlu Yakup Bey, Kütahya'ya girdi. Bayezid'i tanımadığını emrini dinlemeyeceğini her yere ilan etti. Karamanoğlu Alaüddin Bey ise, Osmanlılarla yaptığı barış anlaşmasını bozup topraklarımıza saldırdı.
Onlara hadleri bildirilmeli idi. Ancak bunun için Sırp ve Bizans tehlikelerinin kalkması lazımdı. Şimdi Sırbistan tahtında, Kosova Savaşı'nda ölen Kral Lazar'ın oğlu Stefan Lazaroeviç oturuyordu.
O da Osmanlılarla iyi geçinmek istiyordu. Bir barış antlaşması imzalamak için kalabalık bir grup ve kız kardeşi Maria ile birlikte Edirne'ye geldi. Bayezid'e nikahladı. Bu siyasi evlenme sayesinde Osmanlı-Sırp dostluğu kurulmuş oldu.
Bu arada Yıldırım Bayezid'in İstanbul'u fethe kalkışacağından ürken V. Yoannis de barış iştiyordu. Buna karşılık Osmanlı devletine vergi verecek, istediği an 12 bin kişilik bir kuvvetle Osmanlı Ordusuna katılacak, Osmanlıların dostuna dost , düşmanına düşman olacaktı. Padişah teklifi kabul etti. Böylece Bizans, büyük ölçüde Yıldırım'ın emrine girmiş oldu.

Anadolu Beylikleri

İşler yıluna girdiğine göre, padişah, Anadolu beylerine hadlerini bildirebilirdi.
"Bütün Anadolu'da tek bir bayrak dalgalanmalıdır!" dedi ve bunu gerçekleştirmek için ordusuyla Anadolu'ya geçti.
Yıldırım Bayezid'in minyatürü
Kısa sürede, isyan eden beyler yola getirildi. Orduları çil yavrusu gibi dağıtıldı. Ele geçirdikleri yerler tekrar geri alındı. Karamanoğlu yakalandı. Fakat padişahın kız kardeşinin kocasıydı. Bu yüzden padişah onu bağışladı.
Fakat her zaman hileyle iş yapan fırsatçı Bizans imparatoru, padişahın Anadolu seferinde bulunmasından faydalanıp anlaşmayı bozdu.
"Padişahın maksadı İstanbul'u alıp başkent yapmaktır,buna engel olmak için gerekli her türlü tedbiri alacağım!" diyerek İstanbul surlarını tamire başladı. 3 kiliseyi yıktırıp bunların taşlarından yeni kuleler inşa ettirdi.
Sultan Bayezid bunu haber alır almaz, kulelerin derhal yıktırılmasını, aksi halde gelip zorla yıkacağını bildirdi.
" Bizim iznimiz olmadan İstanbul surlarında hiçbir tamirat ve ilave yapılamaz. Çünkü bu tamiratın bize karşı yapıldığını biliyoruz..."
İmparator bu tehditten büyük bir telaşa kapılıp,inşa ettirdiği kuleleri yıktırdı. Bu olaydan birkaç ay sonra İmparator V. Yoannis öldü. Yerine oğlu Manuel geçti. Yıldırım Bayezid, İstanbul'a hemen elçiler gönderdi. İstekleri sert ve kesindi. 
"İstanbul'da yaşayan Müslüman bir kadı bulunacak, Müslümanlar onun tarafından muhakeme edilecekler. Eski imparator Yoannis'in imzaladığı bütün  anlaşmalara sadık kalınacak. Osmanlı Devleti'ne her yıl vergi verilecek. Osmanlı padişahı istediği anda Bizans ordusu birlikler gönderecek ve Osmanlılar için savaşacak. Ayrıca İstanbul'da hemen bir cami yapılacak. Eğer emirlerimi yerine getirmezsen sur dışına çıkma! Zira sur dışında kalan bütün topraklar, gazilerimizin kontrolündedir."

"İşte hak, işte salahiyet!"

Yeni Bizans İmparatoru Manuel, halkın tepki göstermesinden korkup, padişahın tekliflerini kabule yanaşmadı. Bunun üzerine Yıldırım, sefer ilan etti. İstanbul surlarına kadar olan bütün Rum kasabaları ve köyler işgal edildi. Karadeniz sahilleri Rumlardan temizlendi.Böylece İstanbul'un etrafı tamamen çevrilmiş oluyor, Osmanlıların İstanbul'u kuşatması başlıyordu.
Bütün bu olup bitenler Bayezid'in gerçek bir yıldırım olduğunu gösteriyordu.
Avrupa devletleri yine telaş içinde idiler. Venedik Senatosu toplanıp (1393). Osmanlılarla savaşmak için bütün Avrupa'ya bir davette bulundu.
Öte yandan Macar Kralı Sigismund, Bulgar Kralı Şişman'la anlaştı. Bu anlaşma yürürlüğe girdiği takdirde Bulgaristan elimizden çıkabilirdi. Yıldırım Bayezid,mühim bir kuvveti Bulgaristan üzerine gönderdi. Bulgar topraklarında ilerleyen Osmanlı ordusu,başkent Tırnova'yı kuşattı. 17 Temmuz 1993'te Tırnova fethedildi. Ardından diğerleri... Bulgaristan artık tamamen Osmanlı Devleti'nindi. Eyaletimiz haline gelmişti.
Macar Kralı Sigismund'un telaşı daha da arttı. Sıra kendisindeydi. Fakat korktuğunu belli etmek istemiyor, padişahı korkutmak gibi çocukca bir duyguyla, İstanbul'a gönderdiği elçisine şunu söyletiyordu:
"Bulgaristan'ı hangi hak ve salahiyetle işgal ettiniz?"
Yıldırım Bayezid hemen bir Kur'an-ı Kerim istedi,sağ eline aldı,kılıcını da sol eline aldı. Önce sağ elini kaldırıp Kur'an-ı Kerimi elçiye gösterdi:
"İşte hak,elçi!"
Sonra kılıcını kaldırdı:
"İşte de salahiyet! Başka diyeceğin var mı?"
Verecek cevapları yoktu. Başları önlerinde ülkelerine döndüler.

Haçlılar Geliyor

Macar kralının korkusu daha beter arttı. Başka ülkelerden asker toplamaya başladı. 
Hristiyan prens ve krallarına mektuplar yollayarak yardım istedi . Papa IX. Bonifacius da Macar kralını destekliyordu. Zamanın en büyük Avrupa devletlerinden olan Fransa da, hazırlanacak Haçlı ordusunda en önemli görevi almayı kabul etmişti.
Haçlı ordusu kurulmuştu. Avrupa'nın en büyük prensleri,kralları,generalleri bu orduyu idare edicekti. Türkleri atıp, geldikleri yere, Orta Asya'ya süreceklerdi. Bunun tatlı rüyasını görüyorlardı.
Haçlı Ordusu Bavyera'dan hızla geçiğ Viyana'ya geldi (24 Mayıs 1396). Oradan buluşma yeri olan Budin'e geçti. Haçlı ordusunun mevcudu 150 bini aşmıştı. Her zamanki gibi şişiniyor, "Gök düşse mızraklarımızla tutarız, bu ordunun onda biri bile Osmanlıları yenmeye yeter!" diyorlardı.
Gurur,insanın gözünü kör, kulağını sağır eder. Haçlı ordusu gururdan kör ve sağır olmuştu. Gerçekleri görmüyorlardı. 
General Gara komutasında yürüyen öncü birlikler Niğbolu Kalesi'ni kuşattı.Kalenin kumandanı savaş boylarında pişmiş,tecrübeli bir asker olan Doğan Bey'di. Kalede az sayıda Osmanlı askeri vardı. Fakat Doğan Bey, padişahın yaklaşmakta olduğunu duymuş, sonuna kadar Niğbolu'yu savunmaya karar vermişti. 
8 Eylül 1396 sabahı savaş başladı. Top ateşi sabahtan akşama kadar aralıksız sürdü.
General Gara ertesi sabah Niğbolu'nun beyaz bayrak çekip teslim olacağını umup ateşi kestirdi. Ama ateş kesilir kesilmez kaleden fırlayan bir avuç atılı kahraman, düşman mevzilerine saldırdı. Saldırı sabaha kadar dalga dalga devam etti. Haberi alan Macar kralı, "Niğbolu diğer kalelere benzemiyor,fethi güç gibi." demek zorunda kaldı.
Kaleye elçi gönderip teslim olmasını istediler. Doğan Bey'in cevabı sert ve kesindi:
"Bu kale malım değil ki teslim edeyim! Ecdat yadigarını kanımızın son damlasına kadar müdafaa edeceğiz. Varın, kumandanlarınıza söyleyin."
Padişah, Haçlı ordusunun hazırlığını haber alır almaz,mecburen İstanbul kuşatmasını kaldırıp ordusuyla Niğbolu yolunu tutmuştu.
"İstanbul'un fethi başka zamana kaldı, ama Peygamber Efendimizin mübarek hadisinde buyurulduğu gibi , mutlaka feth olunacaktır"diyor,kendisini teselli ediyordu.
Hızlı yol alıyordu.  Niyeti, Niğbolu düşmeden yetişmekti. Osmanlı ordusunun Tırnova'ya geldiği haberi Haçlıları şaşkına çevirdi. Avrupa'nın namlı şovalyeleri:
"İmkanı yok, bu kadar büyük bir ordu böyle hızlı hareket edemez!"diyorlardı.
Ama galiba Osmanlı ordusunun başındaki padişahı unutuyorlardı. O, YILDIRIM'DI.
Gazi Evranos Bey'in şimşek akıncıları 27 Eylül'de Niğbolu yakınlarına gelmişlerdi bile... Niğbolu'ya sadece 10 km vardı.
Ardından padişah da, şanlı vezirleri,beyleriyle çıkageldi.

"Bre Doğan!"

Yıldırım gece vakti kaleye gitmeye karar verdi. Sadrazam Çandarlı Ali Paşa'ya bunu söyleyince, Ali Paşa şiddetle karşı çıktı:
"Olmaz padişahım! Ölürüm de sizi göndermem... İsterseniz beni asın, ama n'olur gitmeyin!"
Oysa Yıldırım'ın kararı kesindi. Sadrazama döndü ve :
"Gitmemiz lazım lala" dedi,"Doğan Beyimizin halini yakından görmeliyiz."
Atına atladı. Çandarlı Ali Paşa eteklerine sarılmış,ağlıyordu:
"Yapma şevketlüm, bizi yalnız bırakma!"
Bayezid atını mahmuzladı. Düşman içine sürdü. Etraf karanlıktı. Fakat sultan, atını doludizgin sürüyordu. Kale duvarlarına gelince atını durdurdu.
Bu sırada kalede ümitsizlik son noktasına gelmişti. Bu kadar kuvvetli bir Haçlı ordusuna karşı daha fazla dayanamazlardı. Doğan Bey "Allah'tan ümit kesilmez"diyor, fakat için ne yapacağını düşünüyordu. Cephane bitmiş,yiyecek azalmış, askerlerin çoğu kırılmıştı...
Sıkıntı içinde surlara çıktı. Bir yere çömeldi. Başı ellerinin arasında düşüncelere daldı. Birden kale duvarına çarparak yankılanan gür bir ses duydu:
"Bre Doğan ! Bre Doğan !"
Bu erkek sesini tanır gibi oldu. Padişahın sesine ne kadar da benziyordu... Fakat bu imkansızdı. Her tarafta düşman kaynarken padişah buraya gelemezdi. Ayağa fırladı.Surlara yaklaştı. Bu sırada ses ikindi defa gürledi :
"Bre Doğan, heeey!"
Tamam, yanılmıyordu. Bu ses imkansızlık tanımayan Yıldırım'ın sesiydi, bu ses ordulara hükmeden, tarihe şan veren sesti. 
"Padişahım,geldin  mi ?"  diye adeta inledi Doğan Bey.
"Orduyu hümayunla bile geldik bre Doğan, Sultan Murad Han oğlu Sultan Bayezid Han geldi. Göreyim seni, kavi dur! Yarın cenk günüdür. Sancaklarımızın dalgalandığını gördüğünüz an kaleden çıkınız, düşman üzerine hücum ediniz! Yarın şan günüdür, şeref günüdür, zafer günüdür... Az daha sabır..."
Geldiği gibi döndü.
Düşman duymamıştı. Zafere mutlak gözle bakıyor, şimdiden kutluyor, bu arada bidonlarla şarap içip sarhoş oluyorlardı.

Niğbolu Zaferi

28 Eylül 1396 günü ordular savaş düzenine geçti. Az sonra da tarihin en kanlı savaşlarından biri başladı. Haçlı ordusunun asker sayısı 150 binden az değildi. Buna karşın Osmanlı ordusu 60 bin civarında bulunuyordu. Neredeyse 3 katı kalabalık bir düşmanla savaşıyordu. Ama inançları tamdı: Peygamber sancağını taşıyor, İslam dininin nurlu yolunda yürüyorlardı. Fransa'nın büyük komutanlarından Never Kontu Korkusuz Jan,Osmanlı'nın sayı azlığını görünce keyiflenip:
"Zafer, sandığımızdan da kolay olacak"demişti.
Fakat zaferi Osmanlı ordusu kazandı...
Korkusuz Jan'la birlikte Avrupa'nın birçok şanlı şovalyesi,prensi,genarali  esir alındı. Macar kralı Sigismund, ardına bakmadan kaçarken şöyle mırıldandı:
"Bugün Macaristan tarihinin en kara günüdür!"
Never Kontu Korkusuz Jan'ı elleri bağlı olarak padişahın huzuruna getirdiler. Yıldırım Bayezid, bu namlı kumandanın derhal elleri çözülmesini emretti. Sonra gülümseyerek şöyle dedi:
"Sizi bağışladık! Vatanınıza dönebilirsiniz..."
Padişahın sözleri tercüme edilince, Korkusuz Jan ne diyeceğini şaşırdı. Padişahın ayaklarına kapandı:
"Hayatımı bağışlama büyüklüğünü gösterdiniz, teşekkür ederim. Size şerefim üzerine yemin ediyorum ki, bir daha asla Sultan Yıldırım Bayezid Han'a karşı kılıç çekmeyeceğim!"
Yıldırım şu karşılığı verdi:
"Hayır Jan,yemininizi iade ediyoruz;ülkenize dönünüz,tekrar ordular toplayıp geliniz ki, Niğbolu Zaferi gibi parlak zaferler kazanalım, Allah Kitabı'nda vaat edilen gaza sevabını yazalım..."

Güzelcehisar

Bu büyük ve muhteşem zaferden sonra Yıldırım Bayezid, yeniden İstanbul fethini düşünmeye başladı. Maksadını gerçekleştirmek için İstanbul Boğazı'nın Anadolu yakasına "Güzelcehisar" adıyla anılan hisarı yaptırdı. Öte yandan memleketin imarıyla meşgul oluyor, özellikle Bursa'da İslam mimarisini ebediyen yaşatacak camiler külliyeler,medreseler yaptırılıyordu. Bursa, ilim adamlarının da merkezi olmuştu. "Emir Sultan" adıyla şöhret bulmuş Emir Buhari'den başka, Mevlana Şehabetin Sivasi, Mevlana Kutbiddin İzniki, Şeyh Pir İlyasi Amasyevi gibi büyük din alimleri Bursa'da toplanmıştı.

Ulu Cami

Bayezid tarafından inşa edilen Ulu Camii'nin içi


 Osmanlı Devleti artık büyümüştü. Avrupa'dan hiç korkmuyor, Bizans'ın düşmesini ise gün meselesi sayıyordu. Tam bu sırada Timurlenk ortaya çıktı...
Doğu Hükümdarı Timur tıpkı Cengiz Han gibi,önüne ne çıkarsa yakıp yıkarak Anadolu'ya doğru geliyordu. Geçtiği yerlerde kandan ve dumandan bir iz bırakıp ilerliyordu.
Devrin en büyük hükümdarı,karşılıklı kışkırtmalar ve bazı sebeplerle birbirine düşman olmuş,kırıcı ve küçümseyici mektuplar yazmışlardı. Sonunda sıra savaşa geldi. Devrin en kuvvetli iki ordusu, Ankara Ovası'nda karşılaştı (20 Temmuz 1402). Timur'un ordusu 300 bin civarındaydı. Ayrıca ordusunda koca filler bulunuyordu. Bayezid'in ordusu ise takriben 100 bin asker meydana geliyordu. 
Savaştan önce Timurlenk, casuslarını Osmanlı ordusunun içine sokup bazı beyleri kandırdı. Bu beyler,savaş başlar başlamaz Timur'un tarafına geçtiler. Diğer askerler de savaşın şiddeti karşısında dağılınca Yıldırım Bayezid'in yanında yalnızca birkaç bin yeniçeri kaldı. Bunlar padişaha yalvarıyor,bir an önce savaş meydanından kaçıp kurtulmasını istiyorlardı.
"Olmaz!"dedi."Bir Osmanlı padişahı için bu ne kapanmaz yaradır..."

Anadolu'da Karışıklık Devri

Savaşı Timur kazandı. Yıldırım birkaç oğlı ve kumandalarıyla beraber esir düştü. Timur, Yıldırım'ın canına dokunmadı,hatta teselli edici sözler söyledi. Fakat dünyalara sığmayan padişah,esaret hayatına sığamazdı.
8 Mart 1403'te vefat etti. Cenazesi Bursa'ya getirildi.Oğlu Süleyman Çelebi ona güzel bir türbe yaptırdı. 
Timurlenk
Yıldırım Bayezid'in vefatından sonra Anadolu birliği kayboldu. Oğulları Anadolu'nun ayrı yerlerinde devletçikler kurdular. Birbirleriyle yıllarca savaştılar. Timur ise, Anadolu'yu bilhassa güzelim Bursa'yı soyup soğana çevirdikten ve tarihi vesikaları bile yaktıktan sonra Semerkand'a döndü. 
Aynı dinden,aynı soydan gelen devrin en büyük iki hükümdarı, Timur ve Yıldırım, birbirlerine düşmeyip birleşselerdi,şüphesiz daha o zaman İstanbul fethedilirdi...
Fakat olmadı,birbirlerine düştüler. Anadolu başsız kaldı. Devlet dağıldı.Ve Osmanlı tarihinde "Fetret Devri" olarak adlandıran kargaşa dönemi 1402'den, Çelebi Mehmed'in kardeşlerini yenip tek başına Osmanlı tahtına oturduğu tarih olan 1413'e kadar sürdü. 
Sultan Yıldırım Bayezid'in Ertuğrul,Süleyman,İsa,Musa,Mehmed,Mustafa ve Kasım isimili 7 oğlu ile Hundi Sultan ve Fatma Sultan isimili iki kızı vardı. 

Kıssadan Hisse

ŞAHİTLİĞİ KABUL EDİLMEYEN PADİŞAH

  Bir dava yüzünden Padişah Yıldırım Bayezid'in mahkemeye gelip şahitlik etmesi gerekiyordu. Padişah mahkemeye geldi. Herkes gibi o da ellerini önünde bağlayarak ayakta bekledi. 
 Zamanın Bursa kadısı Molla Şemsüddin Fenari,dik dik padişahı süzdükten sonra şu hükmü verdi:
   " Senin şahitliğin geçersizdir, çünkü sen namazlarını cemaatle kılmıyorsun. Elinde imkan bulunduğu halde namazlarını cemaatle kılmayan biri, yalan şahitlik edebilir demektir!"
  Bu büyük bir ithamdı. Herkes Yıldırım Bayezid'in şimşek gibi çakmasını bekliyordu. Fakat o, boynunu büküp mahkemeyi terk etti. 
  Ve hemen sonra,sarayın yanıbaşına bir cami yaptırdı. Namazlarını cemaatle kılmaya başladı. 


1389-1421


SULTAN I. MEHMED (ÇELEBİ)


Osmanlı Devleti'ni Yeniden Kuran Padişah

5
Ankara Meydan Savaşı'nda Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid'i yenen Timurlenk, Anadolu birliği parçalamak için kurnazca bir yola başvurdu. Önce Anadolu'nun en büyük, en güzel şehirlerini yağmaladı. Yaktı,yaktı... Bazı beylikleri kendine tabi ederek, ülkesine çekildi. Yıldırım Bayezid gibi zeki,atılgan,cesur bir padişah, Anadolu birliğini yeniden kurabilir,bu sayede Osmanlılar tekrar eski kuvvetlerine kavuşabilirdi. Bu yolu büsbütün kapatacaklardı.
Yıldırım Bayezid'in vefatından sonra kurnazca planını uygulamaya koydu. Padişahın oğulları Musa Çelebi, İsa Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi ve Mehmed Çelebi'ye kendisine tabi olmak kaydıyla bulundukları toprakların idaresini verdi. Böylece kardeşleri birbirine düşürdü. Osmanlı devleti başsız kaldı. Kanlı kardeş kavgalarına sahne oldu. Bereket versin,bu sırada Avrupa karışıktı. Fransa deliren kralının derdine düşmüş,sık sık Haçlı ordusu tertipleyen Macar Kralı Sigismund zindana kapatılmış,Bizans taht kavgalarıyla sarsılmıştı. On bir yıllık kargaşa döneminde Haçlı ordusu Anadolu'ya girseydi,şüphesiz,Osmanlıları perişan ederdi. Küçük beylikleri tek tek yutup bütün Anadolu'ya hakim olurdu... Bu sıralarda Avrupa ve Balkan ülkelerinin kendi dertlerine düşmeleri, "Allah bir lütfu olarak, İslamiyete bunca hizmet eden Osmanlıları koruduğu"şeklinde düşünülmelidir.

Kardeş Kavgası

Timur Anadolu'dan ayrıldıktan sonra Yıldırım Bayezid'in oğulları arasında tam 11 yıl sürecek olan (1402-1413) amansız bir mücadele başladı. Yıldırım'ın büyük oğlu Süleyman Çelebi, Edirne'de kendini padişah ilan etti. Adına para bastırdı ve hutbe okuttu. 
Musa Çelebi ile İsa Çelebi arasında cereyan eden ilk savaşta İsa Çelebi yenildi.Bir süre sonra Musa Çelebi,ağabeyi Süleyman Çelebi'nin üzerine yürüdü. Ordusuyla Edirne'ye girdi. Kardeşinin ordusuyla Edirne'ye girdiğini duyunca Süleyman Çelebi, Edirne'den kaçmıştı. Yolda bir köye uğradı. Köylülerden biri onu tanımıştı. Oracıkta öldürüp başını Musa Çelebi'ye gönderdiler (1410). Musa Çelebi, ağabeyini öldürenleri cezalandırdı...
Musa Çelebi'nin de en büyük emeli, İstanbul'u alıp Peygamber Efendimizin hadisinde övülen komutan olmaktı. O müjdeyi gerçekleştirmek istiyordu. İstanbul'u kuşatıp topa tuttu. Bu sırada Çelebi Mehmed, kardeşi İsa Çelebi'yle Ulubat'ta savaşıyordu. İsa Çelebi yenildi.Adamlarının bir bölümü Mehmed Çelebi'nin tarafına geçti. Mehmed Çelebi, Bursa'ya girerek hükümdarlığını ilan etti. 
İsa Çelebi bir süre sonra dönüp Bursa'yı kuşattı. Fakat halk şiddetle direndiğinden şehri yaktı. Çelebi Mehmed'le yaptığı ikinci savaşta da yenilerek Kastamonu'ya çekildi. İsfendiyar Bey'e sığındı. Birlikte Ankara'yı almak istedilerse de alamadılar. İsa Çelebi, Batı Anadolu'ya gitti. Saruhanoğulları ve Menteşeoğullarıyla anlaştı. Onların yardımıyla tekrar Çelebi Mehmed'in üstüne yürüdü. Üçüncü defa yenildi. Bu sefer de Karamanoğullarının yanına sığındı.

Çelebi Mehmed'in zaferi

Çelebi Mehmed iyi bir idareci ve politikacı idi. Aydınoğlu, Menteşeoğlu, Germiyanoğlu beylikleriyle anlaştı. Bunlar Çelebi Mehmed'in hükümdarlığını kabul ettiler. Kuvvetlenen Çelebi Mehmed, Karamanoğlu'nu sıkıştırmaya başladı. Sonunda Karamanoğlu, İsa Çelebi'yi ülkesinden çıkarmaya razı oldu. İsa Çelebi, Eskişehir yakınlarında bir hamamda yakalandı.
Çelebi Mehmed, Anadolu'da tek başına kalmıştı. Fakat o bunu yeterli bulmuyor, bütün Osmanlı ülkelerinde tek bayrağın dalgalanmasını, tek hükümdarın bulunmasını istiyordu. Bu sırada Musa Çelebi, İstanbul kuşatmasıyla meşguldü. Mehmed, kardeşinin üstüne yürüdü.  Birinci ve ikinci savaşlarda yenildi. Bundan sonra Musa Çelebi'nin yanındaki beylerle anlaştı. Beyler, Musa Çelebi'nin idaresinden memnun değillerdi. Çelebi Mehmed'e seve seve yardım sözü verdiler.
Çelebi Mehmed üçüncü defa Rumeli'ye geçti. Sofya'nın güneyindeki Samakov kasabası yakınlarında yapılan savaşta, Musa Çelebi'yi tam bir bozguna uğrattı. Musa Çelebi kaçmak isterken öldü (1413). 
Çelebi Mehmed tek başına Osmanlı hükümdarı olduğu zaman, 24 savaşta bulunmuş ve 40 yara almıştı.

Sultan Çelebi Mehmed'in Çocukluğu

Bursa'da 1389 yılında dünyaya geldi. Babası Yıldırım Bayezid, annesi Germiyan Beyi Süleyman Şahın kızı Devlet Hatun'du. Çocukluğu Bursa'da geçti. Sofu Bayezid, Mehmed Cezeri gibi devrin ünlü bilginlerinden dersler aldı. Büyüdüğü zaman orta boylu,yuvarlak yüzlü,beyaz tenli,çatık kaşlı,geniş omuzlu,vücutça çok kuvvetli bir yiğit oldu. Sık sık güreşir,bu yüzden halk kendisine "Pehlivan Çelebi derdi. İyi ok atar, en kuvvetli yay krişlerini bile kolayca çekerdi.
Bursa'da görgüsünü,bilgisini arttırdıktan sonra, babası, Çelebi Mehmed'i Amasya valiliğine göndermişti. Devlet idaresindeki bilgisini bu görevde arttırdı.
Padişah olduktan sonra da ilim adamlarını yanından ayırmadı. Onlarla konuşmaktan, aynı sofrada oturmaktan zevk alıyodu. Cuma günleri fakirlere yemek dağıtmak adetiydi. Adaletsever,insansever bir padişahtı. İyilik etmekten huzur duyardı. Güzel sanatlara da düşkündü.
Padişah olduktan sonra,ordusuyla Anadolu'ya döndü. Kardeşlerini yenmekle her şey bitmiş sayılmazdı. Anadolu'da yeniden türeyen irili ufaklı beylikleri ortadan kaldırması, Anadolu birliğinin tamamen kurulması için gerekliydi.  

Mücadelesi

İlk olarak Karamanoğlu üstüne gitti. Karamanoğulları elinde bulunan Akşehir, Beyşehir ve Seydşehir'i aldı. Karamanoğlu II. Mehmed Bey'i yenip ordusunu dağıttı. Sonra Karamanoğulları barış teklifi edince kabul etti. Bundan böyle Karamanoğlu, Osman lı himayesine girdi. Çelebi Mehmed'i padişah olarak tanıyordu. 
Oradan, Osmanlı Devleti'ne vergi vermekte direnen Eflak Prensi Mirçe'nin üzerine gitti. Yerköyü yakınında yaptığı savaşta Mirçeyi yendi (1416).
Venediklilerle de savaştı. Venedik'in elinde bulunan Samsun'u fethetti.
Bu sırada Simavna Kadısıoğlu Bedreddin'in isayan ettiği haberi geldi. Bedreddin,Musa Çelebi tarafından kazasker tayin edilmişti. Çelebi Mehmed tahta çıkınca onu İzmit'e sürdü. Bedreddin, İzmit'ten bir yolunu bulup kaçtı. Birtakım zararlı fikirler yaymaya başladı. Sonunda Bedreddin yakalanıp idam edildi. 
Bursa Yeşil Cami Mihrabı
Bu sırada Mustafa Çelebi ortaya çıktı. Mustafa Çelebi, Ankara Savaşı'nda babasıyla birlikte esir düşmüş,bir zaman meydanda gözükmemişti. Kardeşleri arasında cereyan eden savaşlara da karışmamıştı. İstanbul'a gitti. Bir süre hüviyetini gizledi. Fakat Bizans imparatorluğunun bazı adamları onu tanıyıp imparatora götürdüler. İmparator, Şehzade Mustafa'yı kandırdı. AAsker verip Rumeli'ye gönderdi. Bazı beylerden de yardım alan Mustafa Çelebi güçlendi. Onun Yıldırım Bayezid'in oğlu olmadığını iddia edenlerde vardı. Bunlar Şehzade Mustafa'ya "Düzmece Mustafa" diyorlardı.  Onlara göre imparator Şehzade aMustafa'ya benzeyen birini bulmuş ve İstanbul'un fethini önlemek için isyan çıkarttırmıştı.
Çelebi Mehmed, Mustafa'nın üstüne ordu göndermek zorunda kaldı. Ayaklanmayı bastırdı. Mustafa Bizans'a sığındı. Bunun üzerine Çelebi Mehmed, Bizans imparatoruna sert bir mektup göndererek "Mustafa Çelebi" olduğu iddia edilen kişinin asla serbest bırakılmamasını istedi. Bunun üzerine imparator korkusundan padişahın isteğini kabul etti.
Ancak Çelebi Mehmed'in oğlu II. Murad zamanında, Mustafa Çelebi'yi bıraktı. 

Otuz iki Yaşında Öldü.

Büyük bir idareci olan Çelebi Mehmed, Timur'un yakıp yıktığı Anadolu şehirlerini yeniden inşa ettirdi. Bursa'yı tekrar şenlendirdi. Mezarı Bursa'da, Yeşil Türbe'dedir.
Öldüğü zaman henüz 32 yaşında idi (1421). Yerine geçecek olan oğlu Şehzade Murad, Amasya Valiliğinde bulunuyordu. Çelebi Mehmed öleceğini anlayınca Sadrazam Bayezid Paşa'ya, "Oğlumuz Murad'ı yerimize geçiriniz" dedi. "Bize itaat ettiğiniz gibi ona da itaat ediniz ve zaferden zafere koşunuz. Murad'a haber salınsın, tiz buraya gelip cülus etsin. Murad gelmeden ölürsek gizli tutulsun."
Ölüm döşeğinde bile vatanın bütünlüğünü milletinin selametin düşünüyordu. 
Son nefesini Allah'ın adını anarak verdi. İsteği üzerine ölümünü sakladılar. 
Sadrazam Bayezid padişahın cenazesini mumyalattırdı. 
Vezirleri toplayıp:
"Hünkarımız İzmir'e doğru sefere çıktılar" dedi.
Fakat her nasılsa haber sızmıştı. Asker toplanmış bağırıyordu:
"Padişahımızı görmek isteriz!"
Sadrazam Bayezid Paşa, hekimleri çağırdı. Ne yapacaklarını sordu. Hekimler, padişahın cenazesini giydirdiler. Karanlıkça bir köşeye oturttular. Arkasına da bir adam gizlediler. Sonra dışarı haber saldılar :
"Aramızdan üç temsilci seçip içeri gönderin. Efendimiz onlarla görüşecek."
3 subay içeri alındı. Padişahın huzuruna çıkarıldılar. Başları öndeydi. Çünkü padişahın doğrudan doğruya yüzüne bakmak  o zamanın anlayışına göre büyük bir saygısızlıktı. Eli zaten öpülmez, eteği öpülürdü. 
Bir yandan da padişahın arkasına saklanan adam, cesedin kollarını oynatıyordu. Gelenler padişahı sağ zannedip öyle haber ettiler. Kalabalık dağıldı. Böylece feci sonuçlar doğurabilecek bir karışıklık, çıkmadan önlenmiş oldu.
Şehzade Murad gelene kadar padişahın ölümü duyurulmadı. Şehzade Murad'ın padişah olduğu haberiyle aynı anda ölümü Edirnelilere açıklandı. Çok üzülen halk kendini yerden yere çalıyordu.
Nİhayet padişahın cenazesi Bursa'ya götürülüp Yeşil Türbe'ye defnedildi. 
Çelebi Mehmed, darmadağın olmuş Osmanlı Devleti'ni yeniden derleyip toparlayarak eski gücüne kavuşturmuştur. Bu yüzden "Osmanlı Devleti'ni 2. defa kuran padişah" olarak anılır.
Sultan Çelebi Mehmed'in 4 oğlu 7 de kızı vardı. Oğullarının adı sırasıyla, Murad, Mustafa, Mahmud, Ahmettir. 
Çelebi Mehmed ve babası Yıldırım Bayezid'in hayatını kısaca özetleyelim:

1403-1451

SULTAN II. MURAD GAZİ

Hayırsever Padişah

6
 Sultan Çelebi Mehmed'in Edirne'de vefat etmesi üzerine, vali bulunduğu Amasya'dan 41 günde Bursa'ya gelip tahta çıktı. 
II. Murad'ın tahta oturuşunun temsili minyatürü
1403 yılında doğan Sultan II. Murad, Osmanlı tahtına oturduğu zaman 18 yaşındaydı. Annesi Emine Hatun, babası Sultan Çelebi Mehmed'dir. 
Padişahın daha 18 yaşında olması düşman hükümdarları harekete geçirdi. 
Padişahlığını kutlamak için Bursa'ya gelen Bizans heyeti şu mesajı getirmişti:
"Kardeşleriniz Mahmud ve Yusuf beyleri İstanbul'a gönderiniz ki, onları bir şehzade gibi yetiştirelim.. Bu yolda babanızın da vasiyeti vardır."
Bizans imparatoru bu şekilde Osmanlı padişahlarına her zaman dilediğini yaptırmayı amaçlıyordu. Zaten Çelebi Mehmed'in kardeşi Şehzade Mustafa'yı elinde bulunduruyor, gerektiği zaman onu salıvermekle Osmanlıları korkutmaya çalışıyordu.
Sultan Murad gençti ama bu oyunu anlamayacak kadar tecrübesiz değildi. Ve şöyle dedi:
"Siz gidiniz general, vakti geldiğinde imparatorunuza cevabı bizzat biz vereceğiz."
Bu sözlerle, günü geldiğinde İstanbul'u almaya gideceğini belirtmek istiyordu. General bunu duyduktan sonra korkmaya başlamıştı. Derhal Şehzade Mustafa'nın muhafaza edildiği Limni Adası'na gitti. İmparatorun isteği üzerine şehzadeye gemiler ve adamlar verildi. Kendisi de yanına katılıp Gelibolu sahillerinde karaya çıkardı. Artık isyan başlamıştı.

Şehzade Mustafa'nın sonu

Şehzade Mustafa Yıldırım Beyazıd'ın oğlu olduğunu kanıtlamış ve Rumeli beyleri, Şehzade Mustafa'yı padişah tanıyıp biat ettiler. Böylece Şehzade Mustafa, Edirne'de hükümdarlığını ilan etti.
İsyan başlayınca II. Murad, Bayezid Paşayı isyanı bastırması için görevlendirdi. Bayezid Paşa ve askerleri Şehzade Mustafa'yla Sazlıdere'de karşı karşıya geldi. Mustafa Paşa karnındaki yarayı açıp, Bayezid Paşa'nın askerlerine seslendi:
"Biz cennetmekan Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Mustafa'yız! Yeriniz elbet bizim yanımızdır, kardeş kanı akmasına sebep olanlar yarın mahşerde ceza göreceklerdir. Gelin bize katılın bizi padişah bilin."
Bayezid Paşa'nın askerleri, Şehzade Mustafa'nın yanına geçtiler. Bununla da kalmadılar, Sadrazam Bayezid Paşa'yı şehit ettiler.
Bu kolay başarı Şehzade Mustafayı cesaretlendirmişti. Anadolu'ya geçip padişahı tahtan indirmeyi planlıyordu. Bunun için de Bizans onu sürekli kışkırtıyor, silah ve asker gönderiyordu. Bunun karşılığında Gelibolu, Tesalya ve Karadeniz sahilindeki bazı toprakları istiyordu. Şehzade Mustafa önceden bunları vereceğii söylemişti ama bir kaç başarı kazanınca vazgeçti. 
"Kafirlere verilen söz tutulmamakla bişey gelmez. Müslüman topraklarını Hristiyanlara vermek, dinimizce caiz değildir." dedi.
Buna çok kızan Bizans İmparatoru Şehzade Mustafadan yardım elini çekti. Böylece Şehzade Mustafa, en önemli desteğinden mahrum kaldı.  Bu sefer bizzat padişah üzerine gidiyordu. Anadolu'dan Rumeli'ye Ceneviz muhafızı Adorno'nun gemileriyle geçen Sultan II. Murad, sahilde yer tutmuş amcası Mustafa Çelebi'nin top atışlarına maruz kaldı. Fakat top atışları padişahı yıldırmadı karaya asker çıkarttı. Yenileceğini anlayan Şehzade Mustafa Edirne'ye kaçtı. Hazinesini ve ayakınlarını alıp Eflak'a doğru yola koyuldu. Yolda yakalandı. Edirne'ye getirildi ve kale burcuna asılarak idam edildi.

İstanbul Kuşatması


  Tahta ilk çıktığı günlerde Bizans elçisi General Dimitrios  " Vakti geldiğinde imparatorunuza cevabı bizzat getireceğiz" diyen Sultan II. Murad, nihayet vaktin geldiğine karar verip ordusunu hazırladı. İstanbul'a yürüdü ve şehri kuşattı. 
Bu, İstanbul'un Osmanlılar tarafından altıncı kuşatılmasıydı. İlk dört kuşatma Yıldırım Bayazid devrinde 1391, 1395, 1396 ve 1400 yıllarında gerçekleştirilmiş, çeşitli sebeplerden dolayı alınamamıştı. 5. kuşatmayı da Bayezid'in oğlu Musa Çelebi 1411 de yapmıştı. Bundan 10 yıl sonra İstanbul, II. Murad  tarafından kuşatılıyordu. O dönemde imparatorluk olmak için İstanbul'u almak şarttı. 

Hacı Bayram Veli'nin Kerameti

Hacı Bayram Veli
Şehzade Mehmed (Fatih) henüz çok küçükken bir gün babası II. Murad'ı kolundan tutup Hacı Bayram Veli'ye götürmüştü. O atarihte Hacı Bayram tekkesi'nde öğrenim gören Akşemseddin, misafirlere hizmet ediyordu. Sultan Murad, Hacı Bayram Veli'ye, İstanbul'u alma planlarından bahsetti. Hacı Bayram Veli, küçük şehzade Mehmet'i gösterip:
"Padişahım," dedi, "İstanbul'u şehzadeniz Mehmed'le benim Köse alacak."
Veli'nin Köse dediği Akşemseddin'den başkası değildi. Gerçekten Veli'nin bu kerameti yıllar sonra hakikat olacak, İstanbul'u fetheden Sultan Mehmed'in yanında Akşemseddin "manevi fatih" olarak selamlanacaktı.

Yeni Bizans Oyunu

İstanbul kuşatması Bizans'ı telaşa düşürdü. Sur dışında kalan kasaba ve köyler Osmanlılar tarafından tamamen alınmıştı. 
Kuşatma bütün şiddetiyle dört ay kadar sürdü. 
Bizans günden güne eriyordu. Babaoğul Bizans imparatorları fena halde ürküp ne yapacaklarını şaşırdılar. Her zaman ki hileye başvurdular. Padişahın küçük kardeşi Mustafa'yı kandırıp ağabeyine karşı ayaklandırmayı başardılar.
Mustafa'yı Karaman ve Germiyan beyleri de destekleyince, kargaşa büyüdü. Sultan II. Murad, İstanbul' muhasarasını mecburen kaldırdı. Ordusuyla Anadolu'ya geçip isyancıları cezalandırdı.

Selanik'in Geri Alınması

Yıldırım Bayezid'in Ankara Savaşı'nda yenilip Timur'a esir düşmesi üzerine Anadolu'da başlayan kargaşayı değerlendiren Venedikliler, o sıralarda Selanik'i işgal etmişlerdi. 
Sultan II. Murad'a sık sık hediyeler göndererek Selanik'i kendilerine bırakmaya razı etmeye çalışıyorlardı. Son gelen elçiye padişah şöyle dedi:
"Selanik, dedemiz tarafından fethedilip İslam mülkü yapılmıştır. Yabancıların İslam mülkü üstüne yerleşmelerine hiçbir surette rızamız yoktur. Eğer Selanik'i terk etmezseniz gelir zorla sizi atarız!"
Elçiler korkarak Venedik'e döndüşer. Bir süre bekleyen Sultan II. Murad, Venediklilerin Selanik'i terkettiklerine dair bir haber alamadı. Bunun üzerine ordusunu hazırladı. 
Osmanlı donanması 1431'de yelken açtı. Gelibolu'ya kadar sokulan Venedik donanmasıyla savaştı. Venedikliler yenilip kaçtı. Selanik kuşatıldı. Ardından şiddetli bir hücumla geri alındı(1431). 

Padişahın Manisa'ya Çekilme İsteği

Artık Anadolu birliği sağlanmış, Balkanlar'da isyan eden bazı Hristiyan beyler yola getirilmiş, tam bir sükunet ve düzen gelmişti. Sultan Murad bununla da yetinmedi, bazı anlaşmalarla barışın sürekliliğini garantiye aldı. Yorgundu. Kısa zamanda o kadar büyük işler yapmıştı ki... Artık dinlenmek, ibadetle/ilimle meşgul olmak istiyordu.
Kumandanlarını çağırıp kararını bildirdi:
"Tahta oğlumuz Şehzade Mehmed'e bırakıp Manisa'da dinlenmek isteriz. Bize gösterdiğiniz itaati O'na da gösteriniz. Hepinizden razıyız. Dine devlete memlekete canla başla hizmet ettiniz. Allah da sizlerden razı olsun. İnsan vakti gelince çekilmesini de bilmelidir. Dünya saltanatında gözümüz yoktur. Kalan ömrümüzü ahiret saltanatı için harcayacağız. Allah hepimizin yardımcısı olsun..."
Sadrazam Çandarlı Ali Paşa, yaşlı gözlerle padişahın eteğine kapandı:
"Padişahım! Bizlerin padişah kararına itiraz, haddimiz değildir. Ancak bizler doğru bildiklerimizi efendimize arz etmek zorundayız. Şehzademiz henüz 13 yaşındadır. Genç ve tecrübesizdir. Bizi terk etmeyiniz..."
"Size genç bir şehzadeyi padişah vermekteyim, daha ne istersiniz!"
"Padişahım korkulur ki düşman bunu fırsat bile!.."
"Düşmanlarımızın birçoğunu itaat altına aldık. Macarlarla 10 yıl süreli barış yaptık. Endişen boşunadır sevgili vezirim, oğlumuz bide layık olacak bir evlat olduğunu ispatlayacak yaştadır.Allah padişahlığını mübarek etsin!"
13 yaşındaki oğlu Şehzade Mehme'i istedi. Getirilince tacını başına koydu. Elinden tutup tahta oturttu. Karşısına geçti ve oğlunu selamladı:
"Hünkarım, Allah sizi başımızdan eksik etmesin, padişahlığınız mübarek olsun.é
Hepsi bir ağızdan:
"Padişahlığınız mübarek olsun!" deyip biat ettiler.

Sultan II. Mehmed'in İlk Saltanatı

 Osmanlı Devleti'nin 12-13 yaşlarında bir çocuğun idaresine bırakılması, düşmanları harekete geçirmişti. Osmanlıları Avrupadan atmak için hemen bir Haçlı ordusu düzenlediler. Macar Kralı barış anlaşmasının üzerinden henüz 52 gün geçmişken anlaşmayı bozup şavaş ilan etti. Böylece yeni bir Haçlı birliği kurulmuş oldu. 
Merkez komutanlığı Macar Kralına verildi. Eylül ayı içinde harekete geçip Osmanlı hakimiyetinde bulunan Bulgar topraklarına girdiler, yakıp yıkmaya başladılar.

Haber Edirne'ye Gelince

Kalabalık Haçlı Ordusunun Osmanlı topraklarına girdiği haberi Edirne'ye gelince genç padişah Sultan II. Mehmed hemen vezirlerini topladı. 
"Tedbir nedir?" diye sordu. 
Osmanlı Ordusunun tecrübeli bir komutana ihtiyacı vardı. Sultan II. Mehmed hemen babası Sultan Murad'a bir mektup yazıp onu tahta davet etti.
"Gelip emanetinizi alınız!" dedi. 
Fakat II. Murad özetle şöyle cevap verdi:
"Taht oğlumuzundur, ne lazımsa yapsın..."
Bunun üzerine Sultan II. Mehmed özetle şöyle söyledi:
"Padişah siz iseniz geliniz, ordularınızı kumanda ediniz; yok padişah biz isek, emrimize itaat edip ordularımızın başına geçiniz!"
Sultan II. Murad bu mektup üzerine derhal harekete geçti. Osmanlı Ordusunu peşine takıp, Haçlıları kuşatmaya gitti. 

Osmanlı Ordusu

Sultan II. Murad, 40 bin kişilik ordusuyla Çanakkale Boğazını geçip  Edirne'ye ulaşmak niyetindeydi. Fakat Çanakkale Boğazı'nı Haçlı donanması tarafından kapatıldığı bildirilince İstanbul Boğazı'na yöneldi. Kısa süre içinde, o zamanki adıyla Güzelcehisar'a geldi. 26 Ekim 1444'te gemilerle boğazı geçti. Osmanlı ordusunun şanla şerefle yürüdüğünü gören Bizanslılar şaşkına döndüler. Hiçbir şey yapamadılar. Oysa Haçlıların tarafını tutuyorlardı. Fakat bu haşmetli orduya karşı söz söyleyecek cesaret ve güçleri yoktu. Onlar daima işlerini hileyle görmeye alışkındılar. Böylece Sultan II. Murad, Edirne'ye girdi. Sadrazam Çandarlı Halil Paşa'dan düşman hakkında bütün bilgiyi aldı. Durmaksızın yola devam etti. 

Varna Meydan Savaşı

 1444 yılı Kasım ayının  9. günü Haçlı ordularıyla Osmanlı ordusu Varna'da karşı karşıya geldi. Ordular saf tutup savaş düzenini aldı. 10 Kasım 1444 Varna Savaşı başladı. Sultan II. Murad vaktiyle  Macarlarla yaptığı 10 yıllık anlaşmasını bir mızrağa taktı ve havaya kaldırdı, 
"Aslanlarım!" diye seslendi askerlerine, "verdikleri sözü çiğneyenleri çiğneyecek miyiz?" 
Osmanlı ordusu bir ağızdan kükredi:
"Çiğneyeceğiz!"
"Allah, Bismillah, hücuuuuum"
Savaş çok kanlı ve şiddetli geçiyordu. Paşalar padişahın kaçıp canını kurtarması gerektiğini düşünüyordu. Savaş aleyhimizeydi.  Fakat Sultan Murad kaçmak yerine bir yeniçeri gibi cenk meydanına indi. Bu askeri cesaretlendirmişti. Şaşkınlık geçiren düşman ordusunun durumunu iyi kullanan Sultan Murad onların ordusunu hilal taktiğiyle yok etti. Bir yeniçeri Maca Kralının kafasını mızrağının ucunda sallandırıyordu. Bu haçlı askerlerinin maneviyatını kırdı ve kaçışmaya başladılar. 
Akşam namazından sonra Sultan II. Murad Sadrazam Çandarlı Halil Paşa'yı çağırdı:
"Bak paşa padiişahımız hala Sultan II. Mehmed Han Hazretleri'dir. Zafer de onundur. Biz sadece orduyu kumanda ettik. Böylece selamımızı söyle."

Varna'dan Edirne'ye...

Sultan II. Murad Varna'dan Edirne'ye geri döndü. Tahta kalması için yalvaranların isteğini geri çevirdi. Devlet büyükleri ikiye ayrılmıştı. Bir kısmı Sultan II. Murad'ı bir kısmı Sultan II. Mehmed'i istiyordu. 
Sultan Murad ise 1 yıl kadar tahta kaldıktan sonra Manisa'ya dönmüştü.
Tahtı oğluna bırakmayı samimiyetle istiyordu. Çünkü Şehzade Mehmed küçükken, Hacı Bayram Veli onu gösterip : "İstanbul'u bu oğlancık fethedecek" demişti. Oğlunu o büyük fethe, çocuk yaşta padişahlık gibi büyük bir sorumlulukla hazırlamak istiyordu. Bu da Sultan II. Murad'ın iyi niyetini ve büyüklüğünü gösteriyordu.
Başlarında Sultan II. Murad'ı görmek isteyen yeniçeriler isyana kalkışınca Sultan II. Murad tahta geri dönmek zorunda kaldı.Sevgili oğlu Mehmed'i ise lalasıyla birlikte Manisa'ya gönderdi.

Mora Seferi

Osmanlı Devletnin savaşta bulunmasından faydalanıp Osmanlılara bağlı bölgeleri işgale başlayan Mora Despotu Konstantin Dragezes cezalandırılmalıydı. Bunun üzerine Sultan II.Murad Mora seferini düzenledi. 
İki hafta sonra Mora fethedilmişti. Osmanlı ordusu şanla şerefle şehre giriyordu. Savaş sırasında 50 bin esir alınmıştı. 
Mora Despotu Konstantin Dragezes padişaha elçiler göndererek özür diledi.
Arnavutluk'ta hiçbir zaman isyanların ardı arkası kesilmemişti. Artık bu işi sağlama alma zamanı gelmişti.

2. Kosava Meydan Savaşı

 Bu sırada Haçlılar, Varna'da yedikleri tokatın hıncını almaya hazırlanıyorlardı. 
Büyük gayretlerle bir haçlı ordusu daha kuruldu. Hazırlanan Haçlı ordusu 90 bin kadardı. Sultan II. Murad, Arnavutluk seferini bırakıp hızla Sofya'ya haraket etti. Ordusunu hazırladı. Eksikler giderildi ve 60 bin kişilik bir kuvvetle 90 bin kişilik Haççlı ordusunu yerle bir etmek üzere hareket edildi. 
Osmanlı ordusunun öncüleri , 10 Ekim 1448 günü Kosova Sahrası'na geldi. Arkadan da padişah, asıl büyük kuvvetle yetişti. Hemen savaş meclisi toplandı , savaş planları görüşüldü ve nasıl haraket edileceği kararlaştırıldı. 
Sultan II. Murad geceyi uykusuz geçirmişti.  Sabah namazını kıldı ve dua etmeye başladı. Ellerini açtı :
Allah'ım, ey alemlerin Rabbi! Burada 59 sene önce savaşmış Murad kuluna zafer nasip etmiştin. Benim de adım Murad'dır., bana da zafer nasip et. Şimdi ben de, bir zamanlar ceddim Murad Han'ın ettiği duayı ederek Sana yalvarıyorum : Cennetmekan ceddim Sultan Murad Han gibi bu yolda bana da şehitlik ver. Beni şehitlik rütbesine ulaştır. Ordumuzu muzaffer eyle..."


Zafer... Zafer... Zafer...

17 Ekim 1448 günü ordular savaş düzenine girdi. Küçük çarpışmalar oldu. Bu bir deneme savaşıydı. Taraflar birbirinin gücünü ölçüyordu. Önemli bir şeyler olmadan hava karardı. 
Jan Hunyad bu kadarını bile başarı sayıyor, yarın ki savaşta Osmanlı Ordusunu mahvedeceğini ilan ediyordu.
18 Ekim 1448 Cuma günü savaş başladı. Varna'da uygulanan plan (hilal taktiği) burda da uygulanmıştı. Düşman yine gafil avlanmıştı. Osmanlı ordusunun taze kuvvetleri de bu sırada savaşa sokulunca , Haçlılarda bozgun başladı. Böylece Haçlılar yeni ve müthiş bir mağlubiyet aldı. Osmanlılar tarihi bir zafer sayfası daha eklemiş oldular. 
Mehter zafer marşları söylüyor, kahraman askerlermiz bayram ediyorlardı. 

Sultan II. Murad'ın Kişiliği

Sultan II. Murad dindar bir padişahtı. Fırsat buldukça Kuranı Kerim ve Mevlana'nın mesnevisini okur, din adamlarıyla sohbet ederdi. Yaptırdığı aşhanelerde haftanın belli günleri fakirlere bizzat yiyecek dağıtır, muhtaçları daima gözetirdi.
Şairdi. Güzel yazama ve avlanma merakı vardı. Orta boylu hafif şişman açık alınlı kırmızıya yakın beyaz tenli koyu ela gözlü kumral saçlı dğirmi sakallı seyrek dişli ve güler yüzlüydü. 

Sultan II. Murad'ın yaptırdığı eserler

Muradiye Camii
Sultan II. Murad, memleketin çeşitli yerlerinde camiler medreseler imaretler külliyeler aşhaneler hamamlar kervansaraylar yaptırmıştır. 
Yaptırdığı eserlerin başlıcaları Edirne ve Bursa'dadır. Hele Edirne , Sultan II. Murad döneminde adeta yeniden inşa edilmişti. 
Kitaplar yazdırmış, başka dillerde yazılı kitapları Osmanlıca'ya çevirtmiştir. 
Çok adaletsever olduğunu başta Hammer olmak üzzere yabancı tarihçilerde kabul etmektedirler. Hükümdarlığı 29 sene 8 ay sürmüşür. 3 Şubat 1451 Çarşamba günü kuşluk vakti vefat ettiği zaman 48 yaşındaydı.

Askeri Kişiliği

Sultan II. Murad Osmanlı ordusuna birçok yenilik getirmiştir. Bunların başlıcası devşirme usulüyle Hristiyan çıocuklarının toplanarak orduya alınmalarıdır. Bunlar kabiliyetlerine göre yükselebilir, hatta sadrazam olabilirlerdi.
Osmanlı ordusuna ilk defa top dökülmesi ve kuşatmalarda kullanılması emrini de Sultan II. Murad Han vermiştir. 
Ankara civarında Basıkhisar nahiyesinin yakınında büyük köprünün geçiş ücretini Mekke'ye ayırdı. Her yıl " Surre-i Hümayun" denen özel memurlarla hacılardan meydana gelen bir alayı Kabe'ye gönderiyor, mukaddes yerlerin bakım ve tamirini yaptırıyordu. 
En büyük özelliği Fatih Sultan Mehmed gibi bir cihan padişahı yetiştirmesidir. 
Türbesinin üstünün açık olmasını vasiyet etmişti. "Rahmet" denilen yağmur toprağına yağsın, üstüne ebedi uykusunda da Allah'ın rahmeti üstüne düşsün istemişti. Bursa'da bulunan bu türbe yaptırdığı Muradiye Camisi'nin yanındadır.
Mehmed, Büyük Ahmed, Alaüddin, Küçük Ahmed, Hasan ve Orhan isimli erkek evlatları Fatma Sultan, Şehzade Hatun ve isimleri bilinmeyen iki kızları daha olmuştur.


1432-1481

FATİH SULTAN MEHMED

Çağ Açan Padişah



7


Sultan II. Murad “Yerime oğlumu padişah yapın, İstanbul’u fethetmesine yardımcı olun.”dedikten sonra kelime-i şehadet getirip hayatını tamamlamıştı.
II.Murad’ın vefatından sonra kendini ilk toparlayan Sadrazam Çnadarlı Halil Paşa oldu. Devlet işleri beklemezdi. Vezilere,beylere döndü:
“Karındaşlar, korkarım ki yeni padişah gelmeden bu vefat duyulursa karışıklık çıkar! Hemen Manisa’ya haberci çıkarıp Şehzade Mehmed’i  çağıralım.”
Derhal bir haberci çıkarıldı. Haberci kara haberi Manisa’ya ulaştırdı. Şehzade Mehmed’in üzülmeye dahi vakti yoktu. Koca Osmanlı Devleti kendisini bekliyordu. Yürük kır atına atladı. 13 gün gibi kısa bir sürede Edirne surlarına geldi.
Halk yeni padişahın geldiğini duymuş, yollara dökülmüştü.
Culüs töreni 18 Şubat 1451 günü, Edirne’de Tunca Nehri kenarındaki Yeni Saray’da yapıldı. Başta devlet ileri gelenleri olmak üzere hazır bulunanlar , padişaha bağlılıklarını sundular. Tören tek kelimeyle muhteşemdi.

Fatih’in Çocukluğu

Sultan II. Mehmed tarihçilerin kaydına göre , 29 Mart’ı 30 Mart!a bağlayan gece dünyaya geldi. Annesi Huma Hatun adlı dindar bir kadındı.
Bir süre Edirne’deki Eski Saray’da büyüyen Şehzade, daha sonra Bursa’ya gönderildi. 10 yaşına kadar Bursa’da kalan Şehzade, Manisa Sancak Beyliğine tayin edildi.
Daha çok küçükken bir gün babası onu Hacı Bayram Veli’ye götürmüştü. O sıralar Sultan II. Murad’ın kafasında İstanbul’u fethetmek vardı. Hep bunu düşünüyordu. Derdini Hacı Bayram Veli’ye açınca, Veli gülümseyerek:
“Hünkarım İstanbul’u şu çocukla benim Köse fethedecekler.”
Çocuk dediği Şehzade Mehmed’di. O sırada bir odunu at gibi bacaklarının arasına almış, süvarilik oynuyordu. Veli’Nin köse dediği ise Akşemseddin’di. Bu keramet yıllar sonra gerçekleşti…
Şehzade Mehmed derslerine çok iyi çalışıyor, hocasının her sözünü dinliyordu. Kısa sürede Arapça öğrenmi, Farsça şiirler okumaya başlamıştı. Gündüzleri at binmeyi, ok atmayı öğreniyor, akşamları ise hocasının önüne diz çöküp ders alıyordu. Bu arada şiir yazmayı öğrendikten sonra top dökümcülüğü mesleğini de öğrendi. Adetti, şehzadelere mutlaka bir meslek öğretilirdi.
Şehzade Mehmed meslek olarak top dökümcülüğünü seçerken belki de bilerek İstanbul’un fethine hazırlanıyordu. Fakat bu seçimde Hz. Davud’a (a.s) duyduğu sevginin payı da büyük olmuştur. Kuran-ı Kerimde anlatılan Hz. Davud kıssasını pek sever her fırsatta okurdu.

Sultan II. Murad’ın Saltanattan Çekilmesi

Şehzade Mehmed henüz 13 yaşlarında iken babası Sultan Murad, tahtı oğluna terkedip kendini dine vermek istiyordu. Osmanlı Devleti’nin büyük düşmanlarıyla barış anlaşması imzalayarak tahtı oğluna bıraktı. Şimdi Osmanlı tahtında 13 yaşında küçük bir çocuk vardı.
Macarlar bu fırsatı değerlendirmek istiyordu. Osmanlı tahtında tecrübesiz bir çocuğun bulunması ilerini kolaylaştıracaktı. Anlaşmayı bozdular ve bir Haçlı seferi düzenlediler.
Bu durum üzerine Sultan Mehmed babasına bir mektup gönderdi. II. Murad dönmeyince başka bir mektup daha gönderdi. Bu mektup üzerine II. Murad Osmanlı tahtına oturdu ve Varna’da tarihimize muhteşem bir zafer kazandı.

Sultan Mehmed’in İstanbul’u Fetih Aşkı

Şehzadeliği önce Edirne’de ardından Bursa’da ve Manisa’da geçen II. Mehmed büyüdükçe ilim öğreniyor, bir gün babasının yerini almaya hazırlanıyordu. Latince ve Yunanca da öğrenmişti.
Bol bol tarih karıştırıyor, çeşitli kuşatmalara rağmen İstanbul’un niçin alınamadığını araştırıyordu.
Ve bir gün Osmanlı tahtına çıktı. Kafasındaki tek düşünce, Peygamberimizin müjdesini gerçekleştirmekti.
Fakat ondan evvel yapılacak işler vardı. Karamanoğlu İbrahim Bey isyan etmişti. Koca padişah II. Murad’ın ölüm haberi onu istiklal sevdasına düşürmüştü. Alanya’ya giderek  Venediklilerle görüştü. Onlarla bir anlaşma yaptı.
Haber gelince Sultan II. Mehmed çok öfkelendi. Ayağa fırladı:
“Bre bunlara da ne olmakta! Biz Konstantiniye’nin fethini düşünürken bunlar kuyumuzu kazarlar. Bir de Müslüman olacaklar! Derhal sefer hazırlığı yapıla!”

Genç Padişahın İlk Seferi

Hazırlıklar çabuk bitirildi ve genç padişah ilk seferine çıktı. İbrahim Bey yaptığı yanlışı anlayınca elçi gönderip af dileğinde bulundu. Genç padişah yerine göre sert yerine göre yumuşaktı. O bütün gücüyle Bizans fethine bir yol açmak istiyordu. İç meseleleri büyütecek zaman değildi. Karamanoğlu İbrahim Beyi affetti.

Rumelihisarı’nın İnşası

Ordu kalktı. İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasına kadar yürüdü.Sultan Mehmed, hisarın altında mola emri verdi. Sultan Bayezid’in yaptırdığı Güzelce Hisar bütün güzelliğiyle boğazı tutmuştu. Uzun uzun hisarı seyrettikten sonra, yanındakilere şöyle seslendi:
“Cennetlik atam Sultan Bayezid Han bu hisaarı pek münasip bir yere yaptırdı. Biz de tam bunun karşısına bir hisar kursak gerekir. Böylece Konstantiniye’nin deniz yolu kesilecek, dünya ile irtibatı koparacaktır. Konstantiniye’nin devletimizin taht şehri olmalıdır.”
Derhal hazırlıklara başlanmasını emretti. Ülkenin her tarafından taşçı ustası marangoz ve amele getirildi.  Bunlar Hermanion mevkinde toplandılar. İzmit ve Karadeniz Ereğlisi’nden kereste, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden dayanıklı taş ve bolca kireç taşındı. İnşaat baş döndürücü bir hızla başladı.
Hisarın temeki 21 Mart 1452 günü atılmıştı.İnşaatta vezirler bile çalışıyor, kumandanlar taş çekiyordu.
Bu geceli gündüzlü  çalışmayla Boğazkesen Hisarı Temmuz sonunda doğru tamamlandı. Böylece Bizans’a Karadeniz yolu kapanmış oldu.

Büyük Toplar

Sıra topların dökülmesine gelmişti. Bu iş Urban’a verilmişti. Urban iyi bir mühendisti.
Padişah İstanbul fethi sırasında diğer düşmanlar tarafından rahatsız edilmemek için bazı anlaşmalar yaptı.
Sultan II. Mehmed çok çalışıyordu. Gün boyu topların dökülmesini denetliyordu. Askerin eğitimiyle uğraşıyordu. Dökülen yeni topları tecrübe ediyordu. Geceleri ise ibadetle meşguldü. İki saat ya uyuyor ya uyumuyordu.

Şanlı Ordunun Edirne’den Hareketi

Osmanlı ordusu genç yiğit padişahı Sultan II. Mehmed’in emriyle yürüdü. Padişahın bir tarafında din bilginleri vardı, öbür tarafında vezirler ve kumandanlar bulunuyordu.
Ve şanı dünyayı yutmuş, namı alemi sarmış cihangir Osmanlı Ordusu…
Bu yol cihat yoluydu, şeref yoluydu,fetih yoluydu.
Yolculuk 14 gün sürdü. Ordu 5 Nisan 1453 günü İstanbul kapılarına dayandı. Altmış manda ve 400 askerle çekilen koca toplar hisar önüne yerleştirildi. Ertesi gün kuşatma başladı. 6 Nisan Cuma günüydü. Kuşatma hattı Ayvansaray’dan Yedikule’ye  kadar uzanıyordu. Fatih Sultan Mehmed’in çadırı  Topkapı önlerine kuruldu. Hocalarının çadırlarını da kendi çadırının etrafına kurdu. Her an onlarla görüşme halindeydi.
Osmanlı ordusunun mevcudu 150-200 bin civarındaydı.

Şehri Savunma Gayretleri

Bizans imparatoru, taht şehrini savunmak için gerekli her türlü tedbiri almıştı. Surlar önceden tamir edilip mazgallara toplar yerleştirildi. Haliç’in ağzı kalın bir zincirle kapatıldı. Yalı köşkü ile Galata arasına çekilen bu zincir, Osmanlı donanmasını engelleyecekti. Zincirin arkasına küçüklü büyüklü 20 parça savaş gemisi dizilmişti. Aaskerlerin başında her milletten tecrübeli,ünlü kumandanlar vardı. Şehre bir yıl yetecek kadar gıda depolanmıştı. 

Donanma

Donanma Kabataş önlerine demir atmıştı. Hemen ardından da muazzam şahi topu gürlemeye başladı. Güllenin düştüğü yerde iki boy  derinliğinde bir çukur açıldığını görenler şehri savunmada başarılı olamayacaklarını anladılar.
20 Nisan günü papa tarafından yardıma gönderilen ve herbirinin içinde tepeden tırnağa zırhlı 400 savaşçı bulunan üç Ceneviz Gemisi İstanbul surlarına girmişti. Padişah gemilerin durdurulması emrini verdi. 
Düşman gemileri asrın en büyük gemileriydi. Sultan Mehmed savaşı seyrediyordu sahilden. Başarısız geri dönen gemilerimizi görünce padişah Kaptan-ı Deryayı kaptanlıktan atıp 100 değnek vurdurdu.

İlk Havan Topu

Öyle bir top döktürmeliydi ki gülle havaya fırlamalı bir zaman yükseldikten sonra kavislenerek hedefe düşmeliydi.
Haliç'in önü zincirle kapalı olduğundan donanmamaız giremiyordu.
Vakit geçimeden hesaplar yaptı planlar çizdi ve düşündüğü biçimde bir top döktürdü. Böylece silah tarihinde yeni bir sayfa daha açıldı. O zaman humbara bugün ise havan denilen çok güçlü bir silah bizzat Fatih Sultan Mehmed tarafından keşfedilmiş oldu. 

Gemilerin Karadan Yürütülmesi

Surları yıkmak işe yaramıyordu. Başka bir çare bulunmalıydı. Sultan donanmasını karadan yürütüp Haliç'e indirecekti. 
Dolmabahçeden Beyoğlu sırtlarına uzanan  bir yol yapıldı. Gemiler gece vakti karadan yürütülecekti. 

Donanmamız Haliç Suyunda

Bir gece içinde gemiler karadan yürütüldü. 22 Nisan Pazar sabahı donanmamızın şiddetli top atışlarıyla Bizans neye uğradığını şaşırdı. 
Haliçe inen Osmanlı donanması en kuvvetli ihtimale göre 60 divarında gemmiden meydana gelmişti. 

Fetih Yaklaşmıştı

Padişah ordunun bütün ileri gelenlerini toplayıp karara varmıştı. "Salı sabah namazından sonra umumi yürüyüş olacaktır. Tellal çıkarılsın ve bütün efrada duyrulsun. Pazartesi gününü herkes oruçla geçirecektir. Topluca dua edilecekktir. Cenab-ı Mevla kararımızı hayırlı kılsın."

Feth-i Mübin

Padişah Akşemsiddinin de tavsiyesiyle gece yarısından sonra hücum emrini verdi.  Herkesin derdi aynıydı burdan ya gazi ya şehit olarak çıkmaya kararlıydılar. Allah Allah sesleri havada yükseliyordu. Ulubatlı Hasan aldığı bütün yaralara rağmen yıkılmadan elindeki sancağı surlara dikmeye gidiyordu. Sancağı dikti ve son nefesini verdi. 
İmparator çaresizdi. Güvendikleri azizler artık İstanbul'u koruyamıyordu.
Sultan Mehmed sancağını burçlarda görünce ellerini semaya açtı:
"Aciz, fakir kulun Mehmed'e bu günleri gösterdiğin için Sana şükürler olsun Rabbim!.."

Elvada Bizans, merhaba İstanbul

Yeniçeriler akın akın şehre giriyorlardı. Bir sel gibiydiler. Bu sel durdurulamazdı. Bizans askerleri ardlarına bakmadan kaçtılar. 
O gün 29 Mayıs 1453 günüydü. Bir yeni çağ bitiyor ve yeni bir çağ başlıyordu.
Şanlı ordu peygamber efendimizin övgüsüne layık ordu Sultan Mehmed'in ardından şehre girdi. 
Sultan Mehmed İstanbul'un içlerine doğru ilerledi. Ayasofya'nın önünde durdu. Ayasofya bir harabeyi andırıyordu. Yıllardır bakımsızdı. Halk bıkkındı. Bu fetih onlar için de bir kurtuluş sayılırdı. 
İstanbul artık Osmanlıların taht şehriydi...

Fatih'in diğer seferleri ve zaferleri

Osmanlı Devleti'ni bir insana benzeten Fatih bunun bir ayağının Anadolu bir ayağının Rumeli olduğunu söylemişti. 
Fatih'in tek zaferin İstanbul değildir ama en büyük zaferi budur. 
İstanbul'un fethinden hemen sonra Silivri teslim olmuş, ardından İmroz,Limni, Enez, Midilli ve Ceneviz de aynı yolu seçmiştir. Bu arada birçok Hristiyan devlet de haraca bağlanmıştır. 
Sırbıstan'ı fethetmiş- Belgrad şehri hariç-Mora despotlarını ortadan kaldırmış, Eflak ve Boğdan'ı Osmanlı Devleti'ne katmıştır. Bosna ile Hersek'i almıştır. Sinop'ra ki Çandaroğulları Beyliği'ni kaldırmıştır.Trabzon Rum imparatorluğunu tarihten silmiştir. Otlukbeli savaşında Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasanı yenerek Otlukbeki zaferini kazanmış ardından zaferlere şanlı Boğdan Zaferi'ni eklemiştir..

Fatih'in Şahsiyeti

Yerli ve yabancı tarihlerde belirtildiği üzere, Fatih üstün ahlaklı bir insandı. İyi tahsil ve terbiye görmüştü. Bilginlere şairlere sanatkarlara çok ehemmiyet verirdi. Kendisi de iyi bir şair ve bilgindi. Şiirlerinde Avni mahlasını kullanmıştır. 
Bilginliği ise İstanbul fethinde apaçık görülmektedir. 
İstanbul'da Edirne'de Bursa'da İşkodra'da büyük medreseler (üniversiteler) kurmuştur. Bugün kendi adıyla anılan caminin (Fatih Camii) etrafında "Sahn-ı Seman" adıyla inşa ettirdiği 8 medrese o devrin en büyük medsesiydi.
Devlete büyük adamlar yetiştiren Edndurun da Fatih zamanında Topkapı Sarayı içinde açılmıştır. 
30 yıllık saltanatında büyüklü küçüklü 17 ülke fetheden  Sultan II. Mehmed layıkıyla Fatih ünvanını almaya hak kazanmıştır.
Kitaptan ayrı olarak sizlerle çok hoşuma giden bir iki videoyu paylaşmak istiyorum:


    

Fatih'in hastalanması ve ölümü

Yeni sefer hazırlığı vardı ancak nereye olduğunu kimse bilmiyordu. Sefer yolunda Fatih Kelime-i Şehadet getirdi ve ruhunu Allah'a teslim etti (3 Mayıs 1481)
Sitti Mükrime Hatun'la evliydi. Mustafa Bayezid  Cem Korkud isimli 4 oğlu vardı. Gevher Sultan isimli bir de kızı. 
İstanbulu adeta yeniden inşa etmişti.  Türbesi İstanbul'da Fatih Camisi avlusundadır.

1447-1512

SULTAN II. BAYEZİD

Veli Padişah

8

Fatih Sultan Mehmed'in vefatı herkesi mateme boğmuştu. Fakat taht yeni sahibini bekliyordu; boş kalmaması lazımdı. Bayezid 21 Mayıs 1481 günü tahta çıktı. Ertesi gün de büyük Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed'in cenazesi kaldırıldı.

Cem Sultan'ın padişahlığını ilan etmesi

Cem Sultan ağabeyi Bayezid'in tahta çıktığını duyar duymaz isyan bayrağını açtı.
Osmanlıların eski taht şehri Bursa'ya girdi. Orda saltanatını ilan etti. Adına hutbe okuttu ve para bastırdı. Bunun üzerine Bayezid bir ordu hazırladı. Gedik Ahmed Paşa kumandasında Cem'in üstüne gönderdi. Yenişehir Ovasın'da yapılan savaşta Cem taraftarları yenildi. Cem Sultan ve II. Bayezid bir kaç defa daha çarpıştılar ve hepsinde de Cem Sultan yenildi.

Cem Sultan'ın Fransa'ya Götürülüşü

Cem Sultan'ın hikayesi uzun ve acıdır. Koca Osmanlı şehzadesi Rodos şovalyelerinin elinde oyuncak olmuştu. 47 günlük bir deniz yolculuğundan sonra şehzade Fransa'nın Nice şehrinde karaya çıkarıldı. Çok ıstırap çeken Cem Sultan 13 seneye yakın bir zaman Hristiyan memleketlerinde ordan oraya sürüklenerek yaşadı. Nihayet 24-25 Şubat 1495'te hayata gözlerini yumdu. 

Seferler... Seferler...

II.Bayezid bir yandan Cem Sultan olayıyla uğraşırken boş durmuyordu. 1483'te Morava seferine çıkmış Hesneği almıştı. Ardında Macarlarla barış anlaşması imzaladı.
Sultan II. Bayezid 1492'de Macaristan sferini başlattı. Belgrad'ı muhasara ettirdi. Fakat Fatih'in oğlundan beklencek zaferler kazanamadı.

Şah Kulu İsyanı

Şiiliği Anadolu'da yaymaya çalışarak kargaşa çıkaran Şah Kulu Osmanlı Devleti için büyük bir tehlikeydi. Ancak II. Bayezid bir savaş adamı olmaktan çok ilim din ve tasavvuf adamıydı. Hele yaşlılığında büsbütün kendini dine vermişti. Safevi Sultanı Şah İsmail'in Anadolu'ya giriştiği saldırılara ses çıkarmıyordu. Ama Şehzade Selim kabına sığmıyordu. Babasıyla bu konu hakkında bir iki defa görüştü. Ancak Bayezid oğlunu bu konuda desteklemiyordu. Bu anlaşamamazlıktan dolayı baba oğul arasında istenmeyen talihsiz bir savaş gerçekleşti. Ancak Şehzade Selim bunu istemiyordu. Belki de bu yüzden savaşı kaybetti.  Bu savaş Uğraş deresi denen yerde yapıldığı için Uğraş Deresi savaşı diye anılır. 
6 Mart 1512 günü yeniçeriler padişah sarayı önünde toplanıp Şehzade Selim'in padişah olması için gövde gösterisinde bulundular. Sultan II. Bayezid'i zorladılar. Yeniçeriler Selim'i çok seviyordu.
Bayezid çaresiz kalınca yeniçerilerinin isteğini kabul etti. 
Şehzade Selim 19 Nisan 1512 Pazartesi günü tahta yerleşti. 

Sultan Bayezid'in ölümü

26 Mayıs 1512 günü vefat etti. Öldüğünde 65 yaşındaydı. 30 sene 11 ay 4 gün Osmanlı tahtında kalmıştı. 

II. Bayezid'in Kişiliği

Fakirlere yardım etmeyi severdi. Çok para dağıtırdı. O kadar ki onun saltanatı zamanında İstanbul'da bir tek dilenci kalmadığı dahi söylenir.
Mimariye düşkündü. Çeşitli yerlerde camiler türbeler hanlar kervansaraylar köprüler inşa ettirdi. 
Tarihlerde kayıtlı olduğuna göre Sultan Bayezid ablak yüzlü ela gözlü uzun boylu geniş göğüslü idi. Yüzünde benleri vardı. İnce ruhlu ve merhametli idi. Ata binmeyi ok atmayı gençliğinde pek severdi.
Sanatkarlara o kadar hürmeti ve muhabbeti vardı ki meşhur ressam ve mimar Leonardo da Vinci'yi İstanbul'a davet etmiş fakat papa izin vermemişti. 

1470-1520

YAVUZ SULTAN SELİM

İlk Osmanlı Halifesi

9

Selim küçüklüğünden beri devlet işleriyle ilgileniyordu.İşlerin iyi gitmediği inancındaydı. Dedesi Fatih Sultan Mehmed'in başarılı dönemi kapanmış Osmanlı Devletine durgunluk gelmişti. Babası II. Bayezid yumuşak bir padişahtı. 
Anadolu'da büyük bir karışıklık vardı.Şah İsmail'in casusları her yanı sarmıştı. Bu zamanda kuvvetli bir padişaha Osmanlıların büyük ihtiyacı vardı. Bayezid bahsinde anlatıldığı gibi Osmanlı tahtına oturan Sultan I. Selim ilk iş birlik ve beraberliği sağladı. Ağabeyi Şehzade Ahmed Selim'in padişahlığını tanımamış diğer şehzade Korkud'da isyan hazırlıkları yapmıştı. Saltanat ortaklık kabul etmezdi. Önce kardeşlerinin üzerine yürüdü sonra Şah İsmail isyanını bastırdı. Maksadı bütün Müslüman milletleri tek devlet etrafında birleştirmekti. 

Çaldıran Yolunda

Yavuz Selim'in eskiden verdiği bir karar vardı: Önceden Anadolu birliğini sağlayacak ardından bütün Müslümanları aynı bayrak altında toplayıp Avrupa içlerine yürüyecekti. 
Padişahlığına isyan eden kardeşlerini yenmiş sıra Safei şahına gelmişti. Ama önce bazı anlaşmalar yaptı. 
Eflak Boğdan Macar Venedik ve Mısırla daha önce yapılmış anlaşmaları tazeledi.
16 Mart 1514  Perşembe günü bir toplantı yaptı ve alınan karar sonu 23 Nisan Pazar günü ordusunu Maltepe'de topladı.

Yeniçeri İsyanı

Yavuz Selim, ordusunu alıp Safevi topraklarına girdi. Fakat Şah İsmail geri çekilmişti. Böylece Osmanlı ordusunu yormak ve ani bir baskınla yenmek istiyordu. Ayrıca ordu içine soktuğu casuslarla karışıklık çıkarıyordu.
Sonunda istenilen karışıklık elde edilmişti. 13 Ağustos 1514 günü yeniçeriler isyana kalkıştı. Ancak harika bir padişah olan Yavuz Selim isyanı bastırdı.

Çaldıran Zaferi

Osmanlı Ordusu daha hızlı bir tempoyla yürüdü. 22 Ağustos 1514'te Çaldıran Ovası'na geldi. Ertesi gün 23 Ağustos 1514 Çarşamba günü savaş karşılıklı top ateşiyle başladı. 
Şah İsmail'in askerleri ilk anlarda küçük birkaç başarı kazandılar. Şah İsmail buna pek sevindi fakat Yavuz'un akıllıca hareketiyle sevinci üzüntüye döndü. Osmanlılar çığ gibiydi. Ezip geçiyorlardı.
Nihayet herşeyin bittiğini savaşı kaybettiğini anlayan Şah İsmail kaçmayı başarmıştı fakat o gün Çaldıran'da büyük bir zafer kazanıldı. Bu zaferle Safevi tehlikesi giderilmiş oldu. Doğu Anadolu'nun tamamen fethedilmesi için bütün yollar açıldı.

Yeni  seferler, yeni zaferler ...


Hayatında mağlubiyeti tatmamış olan Safevi Hükümdarı Şah İsmail'e Çaldıran'da mağlubiyeti tattıran Yavuz Selim, yeni zaferler için 15 Eylül 1514 Cuma günü, namazdan sonra Karabağ'a hareket etti. Aras Nehri'ni geçip Amasya'ya yöneldi . Kışı Amasya 'da geçirdikten sonra Kemah seferine çıktı (19 Nisan 1515). Niyeti, Anado­lu'yu bütün yabancı kuvvetlerden temizlemekti. Bu işe Çaldıran'da başlamıştı. Şimdi, başladığı işi bitirmek istiyordu ...
Kemah Kalesi sarp kayalıklar üstüne ku­rulmuştu. Fethi çok  zordu. Ama Yavuz Sultan Selim'in önünde dize geldi. 19 Mayıs 1515'te fethedildi. Sıra Dulkadir Beyliği'ne gelmişti.
Dulkadir Hükümdan Alaüddevle, Yavuz'un ana tarafından büyük babası olurdu. Fatih'in karısı (Yavuz'un ninesi) Mükrime Hatun da, Alaüddevle'nin kız kardeşiydi. Bununla birlikte, o sırada 90 yaşlarında bulunan Dulkadir Hükümdarı Alaüddevle, Osmanlıları desteklemez, daima Safevilerle yahut Mısır Kölemenleriyle iş birliği yapardı. Bu durum ise Anadolu birliğini sağlamak isteyen Yavuz'u hep rahatsız ederdi. Birkaç kere Alaüddevle'yi ikaz etmiş, fakat sonuç  çıkmamıştı . Üzerine gitmekten başka çare yoktu.Yavuz bir inanç adamıydı. Hedefini çok­tan seçmişti. Ne olursa olsun şaşmadan hedefine yürümek azmindeydi. Yoluna baba­sı çıkınca babasıyla savaşmıştı. Dedesi çıkınca akrabalık bağını düşünüp yolundan dönecek değildi.
Alaüddevle, Osmanlı ordusunun yaklaştığını duyunca, hazinesi, ailesine ordusu ile Göksu Ovası'na hakim olan Turnadağ tepelerine çekildi. Yavuz, dedesine karşı bizzat kılıç çekmek istemediği için, seferin komutasını Şehsüvaroğlu Ali Bey'e verdi. Ali Bey, Göksu Savaşı'nı kazandı. İhtiyar Alaüddevle savaşta öldü.
Yavuz Selim hemen bir zafer name (zafer mektubu) yazdırıp Mısır Sultanı Kansu Gavri'ye gönderdi. Mektubunda Anadolu'yu te­mizlediğini yazıyor, "Biz bütün seferlerimizi Allah'ın  rızasına  uygun yaparız" diyordu.
Şimdi sıra Mısır seferine gelmişti. Ama hazırlanmak için biraz zamana ihtiyacı vardı. Orduyu isyancılardan temizleyecek, İran seferi sırasında baş kaldıranları cezalandırıp çelikten bir disiplin kuracaktı. Mısır'ı ancak böyle bir orduyla fethedebilirdi. 11 Temmuz 1515 Çarşamba günü İstanbul'a hareket etti.19 Eylül 1515'te Diyarbakır eyaletinin merkezi olan Amid kalesi fethedilmiş 1516 yılı Mayıs ayı içinde Doğu Anadolu bütünüyle alınmış Safevi'nin son kalıntıları da temizlenmişti. Artık Mısır Seferi  Hümayunu'na çıkılabilirdi.

Mısıra Doğru


5 Haziran 1516 Perşembe günü Üsküdar'a geçildi. Her şey hazırdı. Yavuz Üsküdar da bir süre dinlendikten sonra 7 Haziran Cumartesi günü orduyu kaldırdı.
Gebze'de ilk mola verildi. Asker çadır kurdu. Etraf bağlıktı.
Osmanlı ordusu Gebze, Hereke, İznik, Yenişehir, İnönü, Afyonkarahisar, Akşehir, Ilgın yolunu takip etti. Yirmi beş günde Konya'ya ulaştı. Yavuz Selim, başta Mev­lana olmak üzere, Konya'da bulunan din büyüklerinin türbelerini ziyaret etti. Ordu Konya'da üç gün dinlendikten sonra, yeniden yola çıktı.

Her konak yerinde Yavuz'un şanlı ordu­ suna katılmalar oluyordu.  Anadolu'nun dört yanından gelen kumandanlar, rengarenk sancaklarını dalgalandırarak or­dularıyla Yavuz'un emrine giriyorlardı.

Mercidabık Zaferi 

 24 Ağustos 1516 Pazar günüydü ...
Mısır ordusuyla Osmanlı ordusu, sabahın erken saatlerinde karşılıklı saf tutmuşlardı. İki taraf da savaş düzeni almıştı.
Osmanlı ordusunun sayısı-ihtiyatlar hariç 42 bin civarındaydı. Önemli miktarda da top vardı. Mısır ordusunun sayısı ise ba­zı tarihçilere göre 70 bin, bazılarına göre ise yüz bindi.
Yavuz Selim, savaştan önce her zaman yaptığı gibi hocalara dua ettirdi. Gönülden dualara asker, gönülden "amin" dedi. Tek­ birler getirildi. Ve mehter, savaş marşları çalmaya başladı. Nihayet Yavuz Selim hücum  emrini verdi:
"Bismillah, hücuuum!"
Kıran kırana bir savaş oldu. Tam dört saat sürdü. Bu dört saat, Mısır ordusunun bozulması için yetti. Kurtulanlar süratle Halep'e doğru kaçtılar.
Yavuz Sultan Selim zaferi kazanmıştı. Tarihimize bir şan daha eklenmişti. Fakat acılıydı... Acısı, aynı dine mensup iki milletin savaşmasından ileri geliyordu. Ama elinden ne gelirdi? Hedefine yürürken karşısına çıkıyorlardı.  O, İslam birliğini kurmaya kararlıydı. Hangi engelle karşılaşırsa karşılaşsın, yıkacaktı.
"Seferimiz Allah rızası içindir" sözü dilinden  düşmüyordu ...

Tih Çölü

Tuhaftır... Ama tarihlerimiz, Halep halkının, Osmanlı Padişahı Yavuz Selim için yollara döküldüğünü kaydeder. Herhalde bu, Yavuz Selim'in kurmak istediği İslam birliğine duyulan saygının bir ifadesiydi...
Yavuz büyük bir törenle Halep'e  girdi (28 Ağustos  1516).
Kaybedecek vakti yoktu. Ordusunu bir kere daha gözden geçirdi. Herkes dipdiriydi. Sanki günlerce yol yürümemişler, sanki büyük bir savaştan çıkmamışlardı ...
"Bu ordu böyle kaldığı müddetçe dünyadan pervan etmem ve dahi dünyayı fethetmekten çekinmem!" diyordu.
Fazla kalmadı.15 Eylül 1516 Pazartesi günü Halep'ten Şam'a girdi. Şam halkı Yavuz Selim'i büyük coşkunlukla karşıladı ve "Kurtaranımız hoş geldin!" çığlıklarıyla alkışladı.
Yavuz, günlerce bir odaya kapanıp Mısır seferi planlarını gözden geçirdi. Büyük bir güçlükle karşı karşıya idi: Tih Çölü'nü geçeceklerdi... "Yorgun bir orduyu büyük ağırlıklarıyla bu çölden geçirmeye imkan olmadığı" söyleniyordu. Cengiz ve Timur gibi büyük hükümdarlar bile Tih Çölü'nü geçmeyi göze alamamış, Büyük İskender deniz yolunu seçmek zorunda kalmıştı.
Kansu Gavri'nin yerine Mısır tahtına oturtulan Tumanbay, Yavuz'u bu çölün yutacağını söylüyordu:
"Yavuz Selim, Mercidabık Savaşı'nı topları sayesinde kazandı. Ama Tih Çölü'nden toplarını geçiremeyecek ve karşımızda perişan olacaktır."
Sultan Selim, casusları sayesinde Tumanbay’ın söylediklerini duyunca, gazapla yerinden fırladı:
"Bu çocuk hala kim olduğumuzu bilmez! Vaktiyle  bütün  dünyanın,  alınması imkansızdır, dediği Konstantiye'yi (İstanbul) dedemiz cennetmekan Sultan Mehmed almıştır. Biz onun torunuyuz ve Mı­ sır'ı mutlaka alacağız. Zira İslam milletinin iki başlılığa tahammülü yoktur. Tih Çölü'nü ne pahasına olursa olsun geçeceğiz. Allah yardımcımızdır."
Herkes korkuyordu. Tih Çölü demek, koca bir ordu için ölüm demekti. Su bulmak mümkün değildi. Kum fırtınaları etrafı kasıp kavururdu. Gündüzleri dayanılmayacak kadar sıcak, geceleri ise dondurucu soğuk yapardı.
Fakat Yavuz'un azmi karşısında Tih Çölü de dize geldi. Satın aldığı binlerce deveyle ordunun su ihtiyacını giderdi. Develer durmadan su ve yiyecek taşıdılar. Binlerce öküz, topları çekti. Yavuz Selim, askeri yüreklendirmek için sık sık atından inip yaya yürüdü.

Bununla birlikte, Osmanlı ordusu büyük güçlüklerle karşılaştı. Mısır birlikleri sık sık saldırıyor, özellikle su getirmede kullanılan ve develerden meydana gelen kervanları  rahatsız ediyorlardı. Bütün bunlar Yavuz'u yıldırmadı. Çölü geçmek zorunda olduğunu biliyor ve gücünü  imanından alıyordu. Beş günde çölün en zor kısmını geçip  Salihiye kasabasına ulaştılar. Büyük bir başarıydı. Geçilmez zannedilen çöl geçilmiş, koca Osmanlı ordusu bütün ağırlıklarıyla Salihiye'ye varmıştı . Gerisi kolaydı: İş toplara ve kılıçlara kalıyordu.

Ridaniye Meydan Savaşı

 Bir süre dinlenen ordu, tekrar  yürüdü ve Ridaniye Meydanı'na kondu.  Nihayet bir sabah Ridaniye Meydanı'nda savaş başladı (21 Aralık  1516).
Savaşı yine Osmanlılar kazandı. Mısır ordusu 25 bin kadar ölü ve yaralı bırakıp kaçtı.  Tumbay’ın ordugahı  zapt  edildi.
Kendisi Adeviyye'ye kaçıp saklanmıştı.
Yavuz zafer müjdesine sevinirken, "Sadrazam Hadım Sinan Paşa'nın şehit düştüğü" haberini aldı. Gözleri yaşardı:
"Mısır'ı aldık, ama yüz Mısır'a bedel Sinan'ımızı kaybettik!" diye yakındı.
Yavuz, Kahire'ye doğru yürüyüşe kalktı. Yeni sadrazam Yunus Paşa'yı önden gönderdi. Yunus Paşa şehri kuşattı. Kahire 30 Ocak 1517 Cuma günü teslim oldu. Sultan Selim Han, 15 Şubat Cuma günü, büyük bir zafer alayıyla şehre girdi. Mısır Sultanı Tumanbay'ın yakalanması için her  tarafa takipçiler çıkardı.
Mısır fethi tamamlanmış, Yavuz Selim aynı zamanda Mısır sultanı olmuştu. Fakat  hilafet meselesi olduğu gibi duruyordu. Son Abbasi  halifesi III. Mütevekkil (El Mü­ tevekkil Alellah Muhammed), diğer bazı Müslüman    alimlerle   birlikte   İstanbul'a gönderilmişti.  Bu meseleyi  Yavuz, İstanbul'a dönüşte halletmeyi  düşünüyordu.
O günlerde İstanbul, İran ve Mısır'dan gelen alimlerle dolup taşmıştı.  İstanbul, bir ilim merkezi haline gelmişti. Yavuz Selim bilginleri çok sever, hürmet eder ve elinden gelen her türlü yardımı yapardı.

Tumanbay'ın yakalanması


Mısır Sultanı Turnanbay (El Melikü'l-Eş­ ref Tumanbay) hala yakalanmamıştı. Yavuz Selim'e iki defa elçi gönderip teslim şartlarını görüşmek istediğini bildirmişti. Fakat Yavuz hiçbir şart ileri sürmeden teslimini istiyordu.
15 Mart  1517 Pazar günü Yavuz Selim bizzat Tumanbay'ı  takibe  çıktı. Bu arada Tumanbay da boş durmuyor, fırsat buldukça Osmanlı birliklerini basıyordu. Bu durum Yavuz'un canını çok sıkıyordu.
Adım adım Tumanbay'ı  takibe başladı. Nihayet onu yakaladı. Mısır'ın en ünlü kumandanlarını da bu arada ele geçirdi.
Mısır Sultanı Tumanbay; gerçekten çok cesur bir insandı. Sultan Selim Han, Tumanbay'ı devlet töreniyle karşıladı. Yanında yer gösterip oturttu. Teselli edici sözler söyledi:
"Kendinizi misafir sayınız ve mahzun almayınız. Kabul ederseniz bir Osmanlı valisi olarak da dinimize hizmet edebilirsiniz."
Yavuz açıkça Tumanbay'a, Osmanlı Devleti'nin hizmetine  girmesini  teklif  ediyordu. Fakat Tumanbay, bu teklifin kıymetini anlayacak durumda değildi. Bazı eski komutanlarının Yavuz'un yanında yer almalarına  sinirlenmişti.  Vaktiyle  yenilip  Yavuz'un tarafına geçen eski Mısırlı komutanlardan Hayr-Bay'la Canbirdi Gazali, o sırada çadırdaydılar. Tumanbay, Yavuz'a onları işaret  ederek:
"Ey sultan-ı Rum (Anadolu sultanı), devletimizi sen yıkmadın , bu hainler yıktı!" dedi.
Yavuz, Tumanbay'ı serbest bıraktı. Fakat Kölemenler, eski sultanlarını görünce tezahürata  başladılar:
"Sen Mısır'ın ebedi sultanısın" gibi sözler sarf ettiler.
Bunun üzerine Yavuz, bir isyandan çekindi. Tumanbay'ın idamını emretti. Tumanbay, 13 Nisan 1517'de idam edildi. Padişahlara layık bir cenaze merasimiyle gömüldü. Mısır valiliğine de, eski Mısır komutanlanndan  Hayr-Bay getirildi.

Mukaddes emanetler


O tarihte Hicaz, Kutade sülalesi tarafından yönetilmekteydi. Osmanlılar Hicaz yöneticilerine "Mekke Şerifı" derlerdi. Devrin Mekke  Şerifı Berekat,  Mısır Sultanlığı'na bağlı  bulunuyordu.  Mısır'ın  Sultan Selim Han tarafından fethedilmesi üzerine oğlunu Yavuz Selim’e gönderdi. Berekat'ın oğlu, beraberinde Mekke ve Medine'nin anahtarlarıyla mukaddes emanetleri de getirmişti. Bugün İstanbul Topkapı Sarayı'ndaki Hırka-i Saadet Dairesi'nde korunan ve "Emanat-ı Mukaddese" (Kutsi Emanetler) adı verilen eşyaların çoğu Peygamber Efendimize  aitti. Aralarında  Peygamber Efendimizin  hırkası,  sancağı, dişi,  kılıcı,sakalının kılı, ayak izi, seccadesi, bastonu ve Kabe'nin anahtarı da bulunuyordu.
Yavuz Selim, Mekke şerifinin oğlunu törenle karşılamış,  hürmet göstermiş ve babasını eski görevinde bıraktığını bildirmişti. Sonra Mısır'dan Suriye'ye doğru hareket etti (10 Eylül 1517). Şam'a geldi, Piri Mehmed Paşa'yı kendisine sadrazam yapıp o  zamana  kadar  harap durumda bulunan, meşhur islam alimi Şeyh Muhyiddin-i Arabi'nin türbesiyle camisini tamir ettirdi. Sonra İstanbul'a döndü  (25 Temmuz  1518).
Yavuz  Sultan  Selim,  Ayasofya  Camihalifesi III. Mütevekkil'den "halife" unvanını devraldı ve böylece bütün Müslümanların dini ve siyasi lideri oldu. Rivayete göre, III. Mütevekkil kürsüye çıkıp halifeliği Osmanlı Padişahı Sultan Selim Han'a devrettiğini açıkladı. Sırtındaki cübbeyi Yavuz'a elleriyle giydirdi. Halifelik nişanlarından sayılan kılıcı elleriyle Yavuz'un beline bağladı. İşte Yavuz, o andan itibaren Müslümanların dini ve dünyevi lideri haline geldi. Artık yalnız padişah olarak değil, "halife" olarak da anılacaktı. Ve ondan sonra gelen bütün Osmanlı padişahları, padişahlığın yanı sıra "halife" unvanını da taşıyacaklardı. ..

Yavuz Selim'in Barbaros'la münasebeti


Akdeniz'de korsanlık yapan Oruç ve Hızır kardeşlere Avrupalılar "Barbaros" adını takmışlardı. Bu isim hem "kırmızı sakal" manasına geliyor, hem de "barbar/vahşi" manasında  kullanılabiliyordu.
Barbaros Hayreddin'in elçisi 15 Mayıs 1519'da Yavuz Sultan Selim'in huzuruna kabul edildi. Elçi birçok hediyeyle gelmişti. Barbaros, Osmanlı hizmetine girmek istediğini  bildiriyor,  fethettiği  Cezayir'in kendisine bırakılmasını arzuluyordu .
Yavuz Selim, çok zamandır şöhretini duyduğu Barbaros Hayreddin'in bu davranışlarından memnun oldu. Ona "Cezayir beylerbeyi" unvanını verdi. Ayrıca kıymetli hediyeler gönderdi. Böylece Cezayir bir Osmanlı eyaleti haline geldi...

Yavuz'un son seferi

Yavuz Sultan Selim, kuvvetli bir donanma vücuda getirdi. Niyeti Rodos'u vurmaktı. Fakat donanmasını bu iş için yeterli görmüyordu. Safevi Sultanı Şah İsmail de derlenip toparlanmıştı. Yine Anadolu'daki bazı bölgeleri vurmaya başlamıştı . Gerçi Çaldıran Savaşı, Şah İsmail tehlikesini büyük ölçüde önlemişti, ama bütünüyle ortadan kaldıramamıştı. Artık Safevileri tarihten silmenin vaktiydi. Yavuz, bu maksatla asker topladı ve 18 Temmuz 1520'de Edirne'ye hareket etti. "Bu seferin Macaristan üzerine  yapılması istendiği"  yolunda  da bazı rivayetler vardır.
17 Temmuz 1520 Salı günüydü ... Edirne'ye hareketinden bir gün evveldi. Padişah, sevgili nedimi Hasan Can'la birlikte sarayın bahçesinde dolaşıyordu. Bir ara durdu, Hasan Can'a döndü:
"Omuzumuz sanki kızgın demirle dağlanır gibi  acı verir!" dedi, "Bakıver, ne olmakta?"
Omuzunu açıp Hasan Can'a gösterdi. Sırtında, etrafı kızarmış bir sivilce vardı. Hasan Can eliyle yoklayınca bir sertlik hissetti:
"Hünkarım," dedi, "müsaade edin, hekimler merhem ursun."
Koca Yavuz Selim'di o, küçücük bir sivilce için doktora görünmeyi kendine yediremiyordu. Gülümsedi:
"Hasan Can, bunca küçük bir nesne için merhem olur mu? Biz çelebi miyiz ki, küçücük bir sivilce çıktı diye hekime görünelim!..."
Hasan Can ısrar edemedi. Fakat Yavuz, geceyi çok rahatsız geçirdi. Sırtı sabaha kadar yandı durdu. Gözünü kırpmadı . Sabah erkenden hamama gidip, tellaklara sırtındaki sivilceyi sıktırdı. Ne çare, küçü­ cük sivilce sanılan şey, tedavisi olmayan bir çıbandı ... Adına "şirpençe" denirdi. Yavuz böyle bir derde düşmüştü.
Fakat aldırmıyordu. Mademki sefer kararı vermişti, sefere çıkacaktı. .. Yakınlarının ısrarı da fayda etmedi.
"Biz verdiğimiz emri geri alıcılardan değiliz, bizi yanlış bellemişsiniz!" diyordu.
Ve ordusunun başında Edirne'ye  doğru hareket  etti...
Yolda rahatsızlığı arttıkça arttı. Ağrıları dayanılmaz hale geldi. O sırada ordu Uğraş Deresi civarındaydı. Yavuz, vaktiyle burada babasına kılıç çekmişti. Dur olmasını emretti. Çünkü at sırtında gidecek hali kalmamıştı.
Hemen otağ-ı hümayun kuruldu. Yavuz çadıra çekildi. Ağrıları büsbütün dayanılmaz hale gelmişti. İnlemiyor, bağırmıyor, ama duyduğu acı, yüzünden, gözlerinden okunuyordu. Hasan  Can'a döndü:
"Şu halimize bak Hasan Can, birkaç aylık bebek gibi ağlamak üzereyiz!"
Hasan Can da ağlamamak için kendini güç tutuyordu:
"Yatakta istirahat ediniz hünkarım, doktorlar  bir çaresini bulurlar..."
Yatağa girerken şöyle mırıldandı: "Ölümün  çaresi  yine  ölümdür,  Hasan Can!"
Koca Yavuz, yataktan bir daha çıkmadı. Aradan bir ay geçtiği halde, kendine gelemedi. Şimdi bütün vücudu ağrılar içindeydi. Kemikleri sanki testereye tutulmuştu ...
Öleceğini anlamıştı. Sadrazam Piri Mehmed Paşa, İkinci Vezir Mustafa Paşa ve Arnavut Ahmed Paşa'nın Edirne'den çağrılmasını  emretti.
Sonra bakındı. Çadırda Hasan Can'la yalnızdılar. Acı bir gülümseme dudaklarında dolaştı:
"Bu ne haldir Hasan Can?"
Hasan Can, sesini hıçkırığa karıştırıp cevap verdi:
''Allah'la olacak zamandır padişahım."
Padişahın kaşları birden çatıldı. Hasta halinden umulmayacak kadar gür bir sesle bağırdı:
''Ya sen bizi şimdiye kadar kiminle bilirdin Hasan Can!"
Hasan Can bir köşeye çekilip gözyaşlarını salıverdi. Ve ancak "sadrazamın geldiği" haberiyle kendine gelebildi... Yavuz Selim kuvvetten iyice düşmüştü. Bununla birlikte, çadıra giren sadrazama:
"Seni ayakta karşılayamadık, hastalığımıza ver, bağışla!" dedi. Sadrazam Piri Mehmed Paşa, padişahin ellerine sarıldı, öptü, yüzüne, gözüne sürdü.
''Allah şifa verir padişahım, mahzun olmayın."
''Yok Mehmed, artık yeter! Kendimizi halsiz hissederiz. Yorulduk, bu ağrılardan bunaldık Bitsin isteriz. Ölümle bitecekse, öyle bitsin. Yerimize oğlumuz Süleyman'ı getirin. Bize gösterdiğiniz sadakati ona da gösterin."
Hasan Can'ı aradı:
"Hasan Can nerede? "
Hasan Can hemen yanına seğirtti: "Emrediniz hünkarım!"
"Sure-i  Yasin oku, Hasan Can."
Hasan Can diz çöküp okumaya başladı. Sultan Selim'in dudakları oynuyor, Hasan Can'ı içinden takip ediyordu.
Hasan Can, Yasin Suresi'ni bir defa bitirdi. Padişahın işaretiyle tekrar baştan oku­maya başladı. "Selam" ayetine gelince, Yavuz Selim Han, derin bir nefes alıp verdi. Hasan Can'ın gözleri, sevgili padişahının yüzüne mıhlandı. Okuduğunu şaşırdı, dili dolaştı. Dudaklarından bir çığlık döküldü:
"Hünkarım efendim!"

Büyük kahraman, büyük devlet adamı ebediyete göçmüştü (21-22 Eylül Cuma/Cumartesi gecesi 1520).

Yavuz Selim'in fiziki yapısı

Yavuz Selim uzun boylu, yuvarlak başlı, al yanaklı, kalın kemikliydi. Gözleri iri ve parlaktı. Omuzlarının arası geniş, kaşları çatık, dudakları kalındı. Bazı tarih kitaplarımız onu ''Aslan yapılı bir koç yiğitti" şeklinde tarif eder.
Ataları hep sakal uzattıkları halde o sakalını keserdi. Bunun sebebini soranlara, "Sakalı ele vermemek için kesiyorum!" dediği rivayet edilir. Bir kulağına da küpe takardı. Bunu üç şekilde izah edenler var:
Birincisi: Güya Yavuz şehzadeyken Safevi ülkesine (İran'a) gitmiş, Şah İsmail'le satranç oynamış ve Şah  İsmail'i yenmiş. Bunun üzerine Şah İsmail, o sırada derviş kılığında bulunan Yavuz Selim'e bir tokat atmış. Selim de bu tokadın intikamını bir gün almaya karar verip, "Bu hakaret, kulağıma küpe olsun!" manasına bir kulağına küpe takmış. Bu sadece söylentiden ibaret olup, hakikatle bir ilgisi yoktur.
İkincisi: Yeniçeri Ocağı, büyük İslam mütefekkirlerinden Hacı Bektaş Veli tarafından isimlendirilmiş, duasını almıştır. Yavuz da bu ocağa bağlılığını göstermek için kulağına Bektaşi menkuşu (küpesi) takmıştır.
Üçüncüsü : Yavuz, Mısır seferi sırasında, kölelerin tek kulaklarındaki küpeyi görüp sormuş:
"Bu nedir?" Cevap vermişler:
"Bu tek küpe, kölelik işaretidir."
Bunu duyan Yavuz hemen kulağını del­dirmiş ve "Ben de Cenab-ı Allah'ın kulu ve kölesiyim!" diyerek küpe taktırmış ki, bu ihtimal diğer iki ihtimalden kuvvetlidir. Yavuz'un karakterine  de uymaktadır ...
Çok sade giyinirdi. O kadar ki, onu herhangi bir saraylıdan ayırmak mümkün olmazdı ... Bir gün bunun sebebini sormuşlar ve Yavuz'dan şu harika cevabı almıştır:
''Vezirlerin ve beylerin süslü elbiseler giymesi, padişahlara saygıdan ileri gelir. Biz kime şirin gözükmek için süslü giyinelim? Bizim padişahımız (Allah), vücudun dışına değil, içindeki cevhere (imana) bakar."
Bir gün Yavuz Selim'in oğlu Süleyman, çok süslü elbiseler giymiş olduğu halde huzuruna getirilmişti. Yavuz, henüz çocuk yaşta bulunan Süleyman'ı şöyle bir süzdükten  sonra:
"Bu ne hal Süleyman?" dedi, ‘Anana giyecek bir şey bırakmamışsın!"
Böylece, süslenmenin kadınlara mahsus olduğunu belirtmek  istedi...

Yavuz'un huyu


Yavuz Selim, hiç şüphesiz, sert bir padi­şahtı. Kanunları ne çiğner, ne de kimseye çiğnetirdi. Emirlerinin noksansız uygulanmasını takip eder, uymayanları sık sık cezalandırırdı.
Ama zalim değildi. Ne yaptıysa, büyük din alimlerinin izniyle yaptı. Hainleri, başarısızları şiddetle cezalandırdı, ama başarı gösterenleri, canla başla çalışanları da mükafatlandırmayı hiçbir zaman unutmadı. Mısır seferindeyken Gazze Zaferi'ni müjdeleyen Hasan Kethüda'ya 80 bin ak­ çelik toprak bağışlaması meşhurdur.
Alimlere çok değer verir, onlardan faydalanırdı. Fikirlerini dinler, görüşlerini alırdı. Kendi düşüncesi yanlış çıksa, öfkelenmezdi. Hatta doğruyu söyleyene teşekkür ederdi...
Kibirsizdi. Gösterişten hoşlanmaz, devlet malını israf etmezdi. Babasından devraldığı  tamtakır  hazineyi  ağzına  kadar  altınla doldurdu. Hazinenin   kapısını   mührüyle mühürledikten sonra, şöyle vasiyet etti:
"Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührüyle mühürlesin, aksi halde hazine-i hümayun benim mührümle mühürlensin."
Bu vasiyet tutuldu. O tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi dolduramadığından, kapısı daima Yavuz'un mührüyle mühürlendi.
Yavuz Selim'in altınlarına "Şahi" ve "Şerifi" denilirdi.
Cesarete aşıktı. Çaldıran seferi sırasında isyan eden askerin içine tek başına dalmış ve bu cesareti sayesinde hepsini peşinden sürüklemiştir.
Yine Çaldıran seferi sırasında bir asker, Yavuz'u öldürmek için yolunu kesti. Fakat padişahın heybetini görünce silahını yere atarak ayaklarına kapandı :
"Öldür beni padişahım!" "Niçin?" diye sordu Yavuz.
"Çünkü  ben  seni  öldürmeye  niyetliydim. Bu sebeple yola çıktım. Fakat aslan yapılı vücudunu, gözlerinin heybetini görünce kıyamadım. Bu niyetimin cezasını ver, beni öldür!"
Yavuz hem kahraman hem de kahramanlığa aşık biriydi . Askerin uzun boyunu, geniş omuzlarını, mert duruşunu bir zaman seyrettikten sonra, gülümsedi:
"Sen bana kıyamazsın da, ya ben sana nasıl kıyarım! Bu seferde senin gibi cesur, mert askerlere ihtiyacım vardır. Haydi birliğime katıl."
İyi şairdi. Şiirlerinin çoğunu Farsça yazmakla birlikte, Türkçe şiirleri de vardır. Edebiyatı sever, özellikle tarihe karşı çok büyük bir ilgi duyardı.
Yavuz Selim'in sertliğini tenkit edenler de vardır. Ancak o devrin sert bir padişah gerektirdiğini unutmamak lazımdır. Çünkü babasının yumuşaklığı, düzeni bozmuştu. Anadolu'da karışıklıklar çıkmıştı. Rüşvet yaygınlaşmaya yüz tutmuştu. Yavuz bütün bunlara dur demek zorundaydı. Eğer o da babası gibi yumuşak başlı bir padişah olsaydı, devlet düzeni büsbütün  bozulacak ve Osmanlı Devleti yıkılacaktı .
Tarihçilerin, "sekiz yıla 80 yıllık iş sığdırmış büyük bir padişah" olarak selamladığı Yavuz Sultan Selim, sert ama mertti.
Bir oğlu (Süleyman) ile altı kızı oldu.

1495-1566

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN

Muhteşem Padişah

10

Cihangir  Osmanlı  Padişahı  Yavuz Sultan  Selim  ölmüştü.  Sadrazam Piri Mehmed Paşa, bu haberi gizli tutuyordu. Yavuz'un cenazesini bir arabaya yerleştirdi. Silahtar Kahyası Süleyman Ağa'yı yanına çağırdı:
"Bak ağa, sana mühim bir vazife düşü­yor. Şu mektubu al, kuş gibi uçup Manisa'ya git! Manisa Valisi Şehzade Süleyman Efendimize ver. Baş sağlığı dile. Hemen atlanıp İstanbul'a gitsin. Tahtı fazla boş komaya gelmez ..."
Süleyman Ağa, şehzadenin vali bulunduğu Manisa'ya gitti. Durumu anlattı. Gözyaşlarını tutamayan  şehzade:
"Kader!" diye mırıldandı, "Sekiz seneye seksen sene sığdıran pederimiz vefat etti demek ... Ruhu şad olsun!"
Yanına adamlarını alarak dokuz günde İstanbul'a geldi. Tahta çıktı (30  Eylül 1520, Pazar). Sultan I. Süleyman henüz 26 yaşında bir gençti. Padişahlık için yaşı küçük sayılırdı. Fakat maksadı büyüktü. Babasının açtığı fetih yollarında yürüyecekti. Doğu hemen hemen tamamıyla fethedilmişti. Şimdi sıra Batı'ya gelmişti. Zaten tecrübeli sadrazam Piri Mehmed Paşa da, genç padişaha bunu söylüyordu:
"Hünkarım, Avrupa'nın kapısı Belgrad, Akdeniz'in kilidi Rodos'tur. Bu kapıyı kırar, kilidi açarsak bütün Avrupa ayaklarımızın altına serilir..."
"Haklısın   paşa,   haklısın baba   yadigarım ..." Belgrad seferi için hazırlıklar başlatıldı.
Çocukluğu ve ilk gençlik yılları
Tarihlerimizin "1. Süleyman" veya kısaca "Kanuni" unvanıyla kaydettiği Sultan I. Süleyman, 27 Nisan 1495 Pazartesi günü Trabzon'da dünyaya geldi. Babası Yavuz Sultan Selim, annesi Hafsa Hatun'dur.
İlk terbiyesi annesinden ve ninesi  Yavuz'un annesi Gülbahar Hatun'dan aldı. Yedi yaşına gelince, tahsil için İstanbul'a, dedesi  II. Bayezid'in yanına gönderildi.
Süleyman burada  Karakızoğlu  Hayreddin Hızır Efendi'den tarih, fen, edebiyat ve din dersleri aldı. Bir yandan da savaşta gerekli bütün oyunları öğrendi.
Ayrıca şehzadelerin bir sanat öğrenmesi de gerekliydi. Bu yüzden devrin tanınmış kuyumcularından biri, şehzadeye hoca tutuldu. Fakat şehzadenin tarihe ve savaş sanatına karşı merakı vardı. Kuyumculuğu fazla önemsemiyordu. Bir gün ustası kızdı:
"Bir daha bu sanatı öğrenmemekte inat edersen, vallahi sana bin değnek vuracağım!" diye yemin etti.
Bu tehdit de işe yaramayınca, ustası ne yapacağını bilmez oldu. Yemin etmişti, fakat şehzadeye bin değnek vuramazdı.
Öte yandan şehzade de ustasına kızmış, durumu annesine bildirmişti:
"Bu ustayı istemiyorum! Bana bin değnek vuracağına dair yemin etti. Dedeme anlat. Elinden beni  kurtarsın..."  Hafsa Hatun, akıllı bir kadındı. Usta hakkı, hoca hakkı nedir, iyi bilirdi. Oğlunun ustasını yanına çağırdı. Oğlunu bağış­lamasını rica etti. Birçok altın da verdi.
Usta, saraydan aldığı altınları, çırağı şehzadenin kucağına doldurdu .
"Bu altınları erit. Beş yüz tane ince tel çubuk haline getir."
Şehzade Süleyman, ustasının isteğini yerine getirdi. Usta 500 tane ince tel çubuğu yan yana getirip bağladı.
Şehzadeye :
"Hala doğru dürüst çalışmıyorsun" dedi, "Yeminimi yerine getireceğim. Sırtüstü uzan ve ayaklarını bana uzat!"
Şehzadenin gözleri korkudan irileşmişti. Fakat  ustasının isteğini yerine getirdi. Ayaklarını uzattı.
Kuyumcu ustası, 500 tane tel çubuktan meydana gelen altın değneği iki defa şehzadenin ayaklarının altına vurdu. Böylece yeminini yerine getirmiş oluyordu. Beş yüz altın çubuğu, her biri bir değnek hesabından, iki vuruşta bin değnek ediyordu. Artık içi rahattı.
O günden sonra şehzade kuyumculuğa önem vermeye başladı. Devrinin usta kuyumcularından biri haline geldi. Ve hayatı boyunca sanatkarları korudu...

İlk valiliği
Şehzade Süleyman biraz büyüyünce Şarkikarahisar'a vali tayin edildi. Fakat amcası Ahmed buna razı olmadı. Süleyman'ın İstanbul yolu üstünde bulunması canını sıktı. IL Bayezid ölür de hızla taht şehri İstanbul'a gitmesi gerekirse, Süleyman yoluna çıkar diye korktu . "Bu oğlancığın yolumuz üzere işi nedir?" diyerek babası IL  Bayezid'e başvurdu.  Bunun üzerine Sultan II. Bayezid, torunu Süleyman'ı Kırım'da Kefe Sancak Beyliği'ne gönderdi. Daha sonra Manisa valiliğine alındı.
Manisa valisi bulunduğu günlerde etrafı dolaşıyordu. Harap bir evden yanık bir kaval sesi duydu. Bu ses, şair ruhlu şehzadeyi içlendirdi. Kendini tutamayarak eve girdi. Bu ev, dul bir ihtiyar kadına aitti. Kölesi İbrahim'le birlikte oturuyordu.
İbrahim henüz çocuk denecek yaştaydı. Prag'da doğmuştu. Korsanlar tarafından esir alınmış ve ucuz fiyata bu ihtiyar kadına satılmıştı. İhtiyar kadın, İbrahim'i oğlu gibi seviyordu. Şehzadenin onu almak istediğini öğrenince öfkelendi:
"Umurumda değilsin!" diye bağırdı, "İbrahim'i satmıyorum. Şehzadesin diye her istediğini alabileceğini mi sanıyorsun? ..."
Bu sözler Şehzade Süleyman'a çok dokundu . Kadını memnun etmek için her istediğini vermeye hazırdı. Öte yandan İbrahim de bunu istiyordu. Birlikte ihtiyar kadına yalvarıp kararından döndürdüler. Böylece Şehzade Süleyman, İbrahim'i yanına aldı. Hürriyetini verdi. Ona dost ve arkadaş oldu. Eğitti, yetiştirdi. Padişah olunca da sadrazamlığa getirdi. Tarihlerimizde "Maktul İbrahim Paşa" adıyla geçen İbrahim, işte bu çocuktur.


Behram Çavuş Olayı

Padişahın niyeti Avrupa'nın kapısını zorlamaktı. Fakat  saltanat değişikliğini fırsat bilen bazı beyler isyan etmişti. Üzerlerine kuvvet gönderip hepsini sindirdi.
Bir süredir Macaristan, antlaşmalar gereğince Osmanlı Devleti'ne ödemesi gereken vergiyi ödemiyordu. Sultan Süleyman, "Behram Çavuş" isimli gözü pek, cesur yiğidi, Macaristan Kralı II. Layoş'a gönderdi.
Balıram Çavuş, Macar kralına vergisini hatırlatınca, kral çok kızdı. Osmanlı Devleti ve padişah hakkında ağıza alınmayacak sözler söyledi. Behram Çavuş da buna dayanamayarak cevap verince, kulaklarını ve burnunu kestirdi. Bunları Sultan Süleyman'a  gönderdi.
Sultan Süleyman, "devlet" geleneğine sıkı sıkıya bağlı bir padişahtı. Elçisinin, devletinin ve şahsının uğradığı bakareti "savaş sebebi" saydı. Hınçla yerinden fırlayıp:
"Bu, harp demektir!" diye gürledi, "Biz bakareti sineye çekecek kudretsizlerden, tabansızlardan değiliz. Tez zafer hazırlıkları tamamlansın. Belgrad Kapısı'nı kırmaya andımız var!"
Avrupa tarihçilerinin "Legislatcur" (Kanuni), "Magnifique" (Muhteşem) ve "Grand" (Büyük) dedikleri Sultan Süleyman, 18 Mayıs 1521 Cumartesi günü, ilk büyük seferine çıktı. Öte yandan Semendire Beyi Hüsrev Bey'e bir yeniçeriyle haber salıp Belgrad'ı kuşatmasını emretti.
Kanuni Sultan Süleyman'ın muhteşem ordusu yürümüştü. Bu ordu yol üstündeki kaleleri bir vuruşta fethediyordu . 8 Temmuz 1521 Pazartesi günü Kanuni, "Böğürdelen" yahut "Ciğerdelen" ismiyle tarihimize geçmiş kaleyi fethetti. Bu kale, Kanuni'nin bizzat fethettiği ilk kaledir. Fetihten sonra yanındakilere  şöyle demiştir:
"Derhal bir büyük kilise, camiye çevrilsin. Ardından da yeni bir cami yapılsın. Bu, ilk fethettiğimiz kaledir, mamur olmasını isteriz."
Bu emirle hemen şehrin onarımına başlanmış, adeta şehir yeniden kurulmuştur.

Belgrad önlerinde muhteşem ordu
Belgrad kuşatma altındaydı. .. Sadrazam Piri Mehmed Paşa'nın emrindeki ordunun topçuları, büyük toplarla kaleyi dövüyordu. Sultan Süleyman bu sırada geldi (1 Ağustos 1521, Perşembe) . Kuşatmanın sıkıştırılmasını emretti.
 29 Ağustos Perşembe günü düşman teslim oldu.
Ertesi padişah, büyük bir merasimle Belgrad'a girdi. Hemen Belgrad'ın en büyük kilisesi olan Aşağıkale Kilisesi'ni camiye çevirtti. Adına hutbe okundu. Sonra büyük şenlikler yapıldı.
Bu fetihle Avrupa'nın yolları açılmıştı. Kanuni Sultan Süleyman bu yoldan yürüyüp Avrupa'yı dize getirecekti. Şimdi hedef, Rodos'tu .

Rodos seferi
Rodos ve civarındaki adalara şövalyeler hakimdi. Bunlar  "korsan cumhuriyeti" kurmuşlardı. Sık sık ticaret gemilerimizin ve hacca giden Müslümanları taşıyan yolcu gemilerinin yolunu kesiyor, türlü eziyetler yapıyorlardı. Rodos zindanları Müslümanlarla  doluydu.
Ayrıca Rodos Şövalyeleri'nin Cem Sultan'a yaptıklarını Osmanlılar unutmamışlardı. Bu fesat yuvasının dağıtılması lazımdı.
Donanma bu maksatla iyice hazırlandı. Asker, ada fethi için eğitildi. Ve donanma 24 Haziran 1522 Salı günü İstanbul'dan Rodos'a yelken açtı.
Seferin serdarlığı (başkomutanlığı) Mustafa Paşa'ya verilmişti.  Donanmamız 26 Haziran 1522 Perşembe günü, Rodos Adası'nın önünden geçip Öküzburnu'nda demirledi. Buradan karaya asker çıkarıldı.
Bu arada Şanlı Padişah I. Süleyman da kara yoluyla Marmaris'e gelmiş, oradan gemilerle ordusunu Rodos'a geçirmişti (28 Temmuz 1522).
Kara ordusu Rodos'a ulaşır ulaşmaz kuşatma başlatıldı  (29 Temmuz  1522). Önceden kararlaştırılan  yerler,  Osmanlı  askerleri  tarafından  kolayca  ele  geçirildi. Rodos Şövalyeleri'nin "Üstad-ı Azam" de­diği baş şövalyeye, Kanuni teslim teklifinde  bulundu.   Teslim  oldukları   takdirde canlan  ve  malları  bağışlanacaktı.   Fakat Kanuni'nin  teklifi reddedildi. İş silaha kalmıştı.
Aslında Rodos'u fethetmek çok zordu. Rodos Kalesi devrin en sağlam kalesiydi. İyi korunuyordu. 
"Saint-Jean" adıyla da anılan Rodos Şövalyeleri, kaleyi tamir etmişler, daha da sağlamlaştırmışlardı. Kuşatma başlamadan  önce Rodos  Limanı'nın  ağzına  çifte zincir   germişlerdi. Liman ağzında ayrıca eski gemileri batırıp, girişi büsbütün tıkamışlardı.
Rodos Şövalelerinin bu tedbiri, İstanbul fethini önlemek amacıyla vaktiyle Bizanslıların aldıkları tedbirlere benzer. Onlar da Haliç'i zincirle kapatmış, ama Fatih Sultan Mehmed'in dehası, harika askeri siyaseti, gemileri karadan yürütmek suretiyle bu engeli aşıp İstanbul'u fethetmişti. Kanuni bunu hatırlıyor ve şöyle diyordu:
"Kafirin tedbiri bizi yolumuzdan çeviremez. Rodos illa alınacaktır!"
Her yerde güçlük çıkıyordu. Şövalyeler, canlarını dişlerine takmış, Rodos'u savunuyorlardı. Kuşatma uzadıkça uzuyor, padişah sabırsızlanıyordu. Üst üste hücumlar yapılıyor, surlarda gedikler açılıyordu. Rodos sarsılmaya başlamıştı. Sonu yakın  görünüyordu.

Rodos 'un teslimi
Padişah 10 Aralık 1522 günü, Rodos baş şövalyesine iki elçi gönderdi. Üç gün içinde teslim olmazlarsa, kalede taş üstünde taş bırakmayacağını söyledi.
Şövalyelerden bazıları teslim taraflısıydı. Dayanamayacaklarını söylüyorlardı. Diğerleri bunu kabul ediyorlardı. Ancak Müslümanlara çok kötülük etmişlerdi. Padişahın intikam almak isteyeceğinden korkuyorlardı.
 Görüşmeler uzadı ve üç gün içinde cevap gelmedi. Bunun üzerine Osmanlı hücumu daha büyük bir şiddetle başladı. Artık Rodos Kalesi devriliyordu .

Sonunda şövalyeler anlaştı. Baş şövalye, iki elçi gönderdi. Bunlar Sadrazam Piri Mehmed Paşa'yla barış şartlarını görüştüler. Piri Mehmed Paşa, baş şövalyenin şartlarını kabul etti. Ama serdar (başkomutan) Ahmed Paşa aynı fikirde değildi:
"Zaten adanın fethi yakındır. Bizi bunca uğraştıranlara niçin merhamet edelim?Ancak teslim teklif ettiğimizde bunu yapsaydılar merhamet ederdik"diyordu.
Birlikte Kanuni Sultan Süleyman'a gidip durumu bildirdiler. Fikirlerini açıkladılar. Kanuni merhametli bir padişahtı. Kahramanlığı da aşıktı.
"Doğrusu şövalyeler iyi cenk ettiler"dedi "Biz topraklarını canla başla savunanlardan hoşlanırız. Kendilerini bağışladık..."
20 Aralık günü Rodos Kalesi'ne bayrağımız çekildi. Burçlardan ezan sesleri yük­seldi. Ve başta reisleri olduğu halde namlı Saint-Jean şövalyeleri, Kanuni Süleyman'ın huzuruna çıktılar. Yere kapanıp cihan padişahının eteğini öptüler.
Kanuni'nin bakışlarında yumuşak bir ifade vardı. Mağlupları küçümsemiyordu . Hiç kimsenin ağzından da küçümseyici bir tek söz çıkmıyordu .
Baş şövalye kısa bir konuşmayla, kusurlu olduklarını belirtti ve bağışlanmasını rica etti. Bunun üzerine Kanuni :
"Hükümdar olan bazen kazanır, bazen kaybeder; vazifenizi yaptınız, topraklarınızı savundunuz; elem çekmeyin" dedi.

Şövalyeler, vaktiyle yaptıklarını düşündüler. Ellerine geçen  Müslüman  esiri  ya
ölünceye kadar çalıştım yahut kollarından ve bacaklarından duvara asarlardı. Buna rağmen Müslümanların halifesi onları teselli ediyordu. Kendilerini tutamayarak ayaklarına kapandılar.
29 Aralık 1523 günü ihtiyar baş şövalye Viliers de I'isle-Adam, veda etmek için ordugaha geldi. Padişah tarafından tekrar kabul edildi. Vedalaştılar. Şövalye gittikten sonra, Kanuni yanındakilere şöyle dedi:
"Şu Miri bu yaşta yerinden yurdundan ettik. Doğrusu üzülmüyor değiliz..."
O, düşmanlarına bile acıyan, kuvvetli bir karaktere ve yürek dolusu merhamete sahipti.

Rodos'ta ilk cuma namazı

Rodos Şövalyeleri, perşembe günü gemilerle adadan ayrıldılar. Ertesi gün Kanuni, cuma namazını kılmak için şehre girdi. Rodos'un en büyük kilisesi olan Saint-Jean Kilisesi daha önce camiye çevrilmişti. Cuma namazı kılınacaktı. Hafızlar yanık sesleriyle Kur'an-ı Kerim okuyor, müezzinler sela veriyorlardı . Rodos bir anda Müslümanlaşmıştı (2 Ocak 1523 Cuma) ...
Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, cuma namazından sonra uzun uzun dua etti:
"Allah'ım! Bana bu şerefli günü de gösterdin, Sana  hamd ve şükürler olsun. Senin yolunda savaştığın müddetçe kılıcını keskin eyle..."
Koca cihan padişahının gözleri yaşlıydı. Rodos'ta  bir  süre  dinlenen  şanlı padişah, 29 Ocak 1523 Perşembe günü döndü.
Rodos seferi 7 ay 13 gün sürmüş, bu seferle Avrupa'nın kapısı açılmıştı.

İstanbul'da

İstanbul'a girişi başlı başına bir olay olan padişah,  uzunca süre sefere çıkmadı.Planlar hazırladı. Bu arada devlet yönetiminde bazı değişikliklerde bulundu .
Sadrazam Piri Mehmed Paşa'yı emekliye ayırıp yerine İbrahim Paşa'yı getirdi. İbrahim Paşa, padişahın gençlik arkadaşıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi, onu bizzat padişah eğitmiş ve zamanı gelince kendine sadrazam (başbakan) yapmıştır. Tarihimiz­ de "Makbul" yahut başı uçurularak öldürüldüğü için de "Maktul" lakabıyla anılır.
Bundan başka İkinci Vezir Ahmed Paşa'yı Mısır valiliğine tayin etti (15 Temmuz 1523).Ama Ahmed Paşa, kısa bir süre sonra baş kaldırdı (20 Ağustos 1523). Üzerine kuvvet gönderildi. isyan bastırıldı. İbrahim Paşa, Mısır'da bazı düzenlemeleri yapıp 6 Eylül 1525'te tekrar İstanbul'a döndü .

İkinci Macaristan seferinin sebepleri

İran Safevi devleti ile Macaristan, Osmanlı Devleti'ne karşı birleşmek üzereydi . Gerçi Şah İsmail  ölmüştü, ama yerine geçen oğlu Tahmasb, tıpkı babası gibi, Osmanlılardan nefret ediyordu. Babasının yerine tahta geçince, bu değişikliği usul icabı Kanuni'ye bildirmesi lazımdı. Fakat büyüklendiğinden bunu yapmadı. Böylece Kanuni'yi hiçe saymış oldu...
Kanuni Sultan Süleyman buna çok kızdı. Bir mektup yazarak Şah İsmail'in oğlu Tahmasb'ı tehdit etti. Mektubunda  “Ankarı'b diyar-ı Şark'a teveccüh edeceğiz" (Kısa bir zamanda o taraflara geleceğiz) diyordu.
Bununla birlikte üçüncü seferini Safevi üzerine değil, yine Macaristan üzerine yaptı. Avrupa topraklarında söz sahibi olmak istiyordu. Ayrıca Macaristan, kendisi­ne Avrupa'da destek bulamadığı için, yanına Lehistan Krallığı'ndan başka, Osman
lı hakimiyetinde bulunan Eflak ve Boğdan beyliklerini de almıştı. Bu, Macar teşvikiyle girişilen açık bir isyan hareketiydi; cezalandırılması gerekiyordu .
Öte yandan Safevilerle Macarların birleşmesini de önlemeliydi. Yani, düşmanlarını tek tek avlayacaktı. Acelesi bu yüzdendi.
23 Nisan 1526 Pazartesi günü tuğlar kalktı. Kanuni Sultan Süleyman, muazzam ordusuyla İstanbul'dan hareket etti. Halk sokaklara dökülmüş, padişahını çılgınca alkışlıyordu:
"Padişahım çok yaşa! Devletinle mille- tinle bin yaşa!"
29 Mayıs Salı günü ordu Sofya'ya ulaştı. Padişah, Sadrazam İbrahim Paşa'yı bir miktar askerle önden gönderdi.
Kendisi Anadolu askeriyle 9 Temmuz Pazartesi günü Belgrad önlerine ulaştı. Ertesi gün donanma da Tuna yoluyla Belgrad önlerine geldi. Padişah, ramazan bayramını ordusuyla birlikte burada geçirdi. Tebrikleri kabul etti. Yardım ve bağışlarda bulundu...
Önceden Sadrazam İbrahim Paşa'ya Varadin Kalesi'ni fethetmesini emretmişti. Bu kalenin askeri açıdan önemi büyüktü. Bu yüzden öncelikle fethedilmesi gerekiyordu. Nihayet kale 27 Temmuz 1526 günü fethedildi. Ardından İllok Kalesi de fethedildi. Bunun üzerine Eszek Kalesi kendiliğinden teslim oldu  (8 Ağustos  1526) ...
Bir engel vardı: Drava Nehri geçit vermiyordu. Sultan Süleyman'ın askeri dehası, mimarların ve ustaların azmi, yeniçeri­ terin inançlı gayreti ile birleşince, engel kalktı. Drava Nehri üstünde bir köprü inşasına karar verildi. 15 Ağustos'ta başlayan inşaat 9 Ağustos'ta bitti. Böylece köprü, beş gün gibi çok kısa bir sürede tamamlanmış oldu. Bu baş döndürücü hız, Osmanlı ordusunun ne pahasına olursa olsun Macaristan'ı fethetme azmini gösterir...
Köprünün uzunluğu 284 arşın (ı93 metre civarında), genişliği ise iki arşındı (bir arşın 68 santimetredir). Padişah ve sadrazam, köprünün inşaatında bizzat bulundular.
2ı Ağustos'ta  (ı526) ordu, bütün ağırlıklanyla bu köprüden geçirilmeye başlandı. Osmanlı ordusu ancak üç günde köprüyü geçebildi. Sonra padişah, köprünün yı­kılmasını emretti. Böylece dönüş yolu ke­silmişti. Artık ordu sürekli ilerlemek zorundaydı.
Bu sırada "Haçlı ordusunun Mohaç Meydanı'na yaklaştığı" haberi geldi. Yürüyüş hızlandırıldı . Sultan Süleyman, savaşı Mohaç Meydanı'nda yapmak istiyordu. Ordumuz 28 Ağustos  1526 Salı günü Mohaç Meydanı'ndaydı. Asker mevcudumuz  100 bin civarında bulunuyordu; 300 de  top vardı. Macar ordusundaki asker sayısı hemen hemen aynı olmakla birlikte, top sayı azdı. Tarihlere göre, Macar ordusundaki top miktan 80 civarındadır. Bu da Osmanlıların Avrupa ülkelerine karşı silah üstünlüğünü göstermektedir...
Macar ordusunu, Lehistan, Çek, İtalyan, Alman, İspanya, Bohemya, Eflak, Boğdan, hatta Papalık askerleriyle desteklendiği için, tam bir "Haçlı ordusu" manzarasındadır.

Mohaç  Zaferi


29 Ağustos 1526 Çarşamba günü Mohaç Meydanı ana baba günüydü. Her tarafta karınca sürüsü gibi asker kaynıyordu. Macar kralı II. Layoş, zırhlı süvarileriyle övünüyor, yanında bulunan, Avrupa'nın namlı kumandanlarına şunları söylüyordu:"Buradaki zaferimiz, bütün Hristiyanlık dünyasının zaferi olacaktır. Zırhlı birliklerimiz sayesinde Osmanlıları perişan edip Belgrad'ı geri alacak, oradan da 
Sabah namazını büyük bir cemaatle kıl­an Osmanlı ordusu, dua ve tekbirler arasında saf tuttu. Plana göre, önce düşmanın hücumu beklenecekti. Düşman hücuma geçince merkezdeki kuvvet ağır ağır geri çekilecek, düşmanı topların önüne getirecekti. Bu sırada düşman ordusu sağdan ve soldan çevrilerek işi bitirilecekti ...
Kanuni Sultan Süleyman kıtaları denetledik­ten sonra bir tepeye çekildi. Bu tepe bütün Mohaç Ovası'nı görüyordu. Savaşı buradan idare edecekti. Ve burası yıllar yılı "Hünkar Tepesi" yahut ''Türk Tepesi" olarak anılacaktı...
 Savaş sadece iki saat sürdü. Bu iki saat, "Macar Krallığı'nın tarihten silinmesi" için yetti.
Ertesi gün meydanda 25 bin düşman cesedi sayıldı. Düşman ordusundan arta kalan kaçakların çoğu ise Karasu bataklığında can vermiş, Macar Kralı II. Layoş'la birlikte kaçmaya çalışan birçok Macar asilzadesi de aynı akıbete uğramaktan kurtulamamıştı.
Artık Macaristan'ın çoğu Osmanlılarındı... Şanlı  ordu,  muhteşem  padişahlarının ardında  yine yürüyor,  11 Eylül  1526 Salı günü Budin'e giriyordu. Ardından Peşte'ye geçiyor, 28 Eylül Cuma günü Szegedin'i, 29 Eylül'de Baç Kalesi'ni ve daha nice kasabaları, şehirleri, kaleleri feth ede ede, nihayet 2 Kasım 1526 Cuma günü Edirne'ye, 13 Kasım Salı günü de İstanbul'a geliyor, İstanbul'da günlerce zafer şenlikleri yapılıyordu.

Anadolu  isyanları

 Padişahın Macaristan seferiyle meşgul bulunması, kötü niyetli bazı beyler tarafından fırsat bilindi. Bunlar, etraflarına topladıkları, ipten kazıktan kurtulma haydutlarla isyan ettiler. Birçok köyü ve kasabayı ya­kıp yıktılar. Ülkesinin en uzak yerinde bile İslam adaletinin şaşmaz ölçülerini hakim görmek isteyen Kanuni, isyan haberini Petervaradin önlerindeyken almış ve derhal Anadolu Beylerbeyi Behram Paşa'yı bir miktar askerle Anadolu'ya göndermişti. İstanbul'a döndükten sonra, Sadrazam İbrahim Paşa'yı da Anadolu'ya gönderdi (30 Nisan 1527). İsyan bastırıldı. En büyük ele başlarından Kalender Bey idam edildi. Sadrazam 11 Ağustos 1527'de İstanbul'a döndü.

Macaristan'ın durumu

Macaristan çok karışmıştı. Mohaç Zaferi'yle istiklalini kaybetmiş, son Macar Kralı Layoş, yerine kimseyi bırakmadan Mohaç Savaşı sırasında ölmüştü.
Padişah, henüz bütünüyle fethedilmemiş Macaristan'da karışıklık istemiyordu. Macarlara bir kral lazımdı. Macar milliyetçileri, Jan Zapolya'yı seçtiler. Kanuni de bu seçimi tanıdı.
Ancak bazı Macar asilzadeleri bu seçimi tanımadılar. Alman imparatoru Charles Quint'in (Şarlken) küçük kardeşi Arşidük Ferdinand'ı kral ilan ettiler.
İki tarafın kuvvetleri Tokay meydanında savaştı. Kanuni'nin Macar Kralı olarak tanıdığı Jan Zapolya yenildi. Ferdinand'ın kuvvetleri Budin'i işgal etti. Yenilen, ama mücadeleden vazgeçmeyen Zapolya, bir 'yandan kayın pederi Leh Kralı Sigismund'dan yardım  isterken, bir yandan  da İstanbul'aelçi gönderip Kanuni'ye durumu bildirdi. Korunmasını diledi. Bunun üzerine İstanbul'da bir antlaşma imzalandı. Antlaşmaya göre, Macaristan bütünüyle Osmanlı himayesine giriyordu  (28 Şubat 1528).
Aynı anda Ferdinand 'dan da üç kişilik bir elçilik heyeti gelmişti. Fakat Ferdinand'ın arzusu başkaydı: Osmanlılardan, fethettikleri bazı kaleleri geri istiyordu . Ferdinand'ın elçileri Kanuni tarafından kabul edilmedi. Sadece Sadrazam İbrahim Paşa'yla görüştüler. O kadar yüksekten atıp tutuyorlardı ki, İbrahim Paşa dayanamayıp alay etti. Yine ileri geri konuşunca, elçilerin İstanbul'dan ayrılmalarını yasakladı. Bu durum dokuz ay sürdü.
Bazı  Macar  asilzadelerinin  Ferdinand'ı kral olarak tanımaları boşuna değildi. Ferdinand, Alman imparatorunun kardeşiydi. Bu sayede Almanya'dan yardım sağlayabileceklerini  düşünüyorlardı.  Zaten Alman imparatoru da yardıma hazırdı. Bunun  üzerine  Kanuni  Sultan  Süleyman, Viyana seferini başlattı.
Viyana seferi
10 Mayıs 1529 günü İstanbul'dan yine tuğlar kalktı. Şanlı padişah, yine şanlı ordusuyla yürüdü. Bu sefer, Kanuni'nin 4. seferiydi.
20 Mayıs'ta Edirne'ye gelen ordu, 10 gün sonra Edirne'den hareket etti. Filibe, Sofya, Belgrad yoluyla Mohaç Meydanı'na geldi. Burada, Macar Kralı Zapolya, kuvvetleriyle Osmanlı ordusuna katıldı. 3 Ey­ lül1529 Cuma günü, nazlı Budin, Osmanlı kuvvetleri tarafından kuşatıldı. 8 Eylül günü Budin, tekrar ordumuza teslim oldu. Budin, Macaristan'ın başkenti ilan edildi ve Küçük Bali Bey tarafından, Kanuni'nin emriyle getirilen tarihi Macar krallığı tacı merasimle Zapolya'nın başına kondu. Ve 22 Eylül 1529 Çarşamba günü Osmanlı ordusu Avusturya topraklarına girdi.
Kanuni'nin niyetinin Viyana'yı almak olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü büyük kuşatma toplarını yanında getirmemiştir. Sadece düşmanına bir gözdağı vermek, korkutmak istemektedir. Buna bir bakıma "kuvvet gösterisi" demek de mümkündür. Çünkü Alman imparatoru Şarlken'in kardeşi Ferdinand, "Osmanlı ordusunun Viyana'ya yaklaştığı" haberini alınca o kadar korkmuştur ki, derhal Avrupa hükumetlerinden yardım istemiştir. Viyana şehrinde oturan halk ise tamamen paniğe kapılmıştır. Beşer bin kişilik gruplar halinde göçe başlamışlardır. Kanuni'ye bu kadarı yetmektedir. Daha fazlası için zaten mevsim elverişli değildir. Kış kapıya dayanmıştır. Bu sebeple Kanuni, Viyana'yı  -Osmanlılar Beç der-kuşatmak ve bir süre top atışı altında tutmakla yetinip İstanbul'a dönmüştür (16 Aralık  1530).

Alman seferi

Macaristan topraklarının bir bölümünü elinde tutan Ferdinand, İstanbul'a iki defa elçi gönderdi. "Macar kralı" olarak tanınırsa, Osmanlı Devleti'ne vergi vereceğini bildirdi. Fakat Kanuni teklifi geri çevirdi.
Bu gelişmeler üzerine Ferdinand, harekete geçti. Osmanlılara ait bulunan Estergon, Vişegrad, Vaç kalelerini  alıp Budin'i kuşattı. Ama Osmanlı akıncı kuvvetlerinin, Mehmed Bey ile Gazi Hüsrev Bey kumandasında geldiklerini haber aldı. Kuşatmayı hemen kaldırıp çekildi.
Fakat Ferdinand'ın Budin'i kuşatmaya cesaret etmesi padişahı kızdırmıştı.
"Bu isyancı uşak bir dersi hak etti!" diyerek sefer hazırlığı emrini verdi. Hazırlık tamamlanır tamamlanmaz da Osmanlı ordusu yürüyüşe geçti (25 Nisan 1532).
Kaleler feth ede ede yola devam etti. Kanije'yi (30 Temmuz 1532), Guns Kalesi'ni aldı (28 Ağustos 1532). Ve Macaristan'ın bir bölümüne hakim olan Ferdinand'a bir mektup göndererek, onu savaşmaya çağırdı. Bu sırada Cenevizli meşhur amirallerden Andrea Dorya'nın Osmanlı sahillerine saldırdığı ve Koron Sahil Kalesi'ni işgal ettiği haberi geldi (21 Eylül1532). Bunun üzerine ordu İstanbul'a döndü (21 Kasım 1532).
10 Ocak 1533'te Avusturya elçileri barış isteğiyle İstanbul'a geldi. Kanuni, elçileri kabul etti, ama barış teklifine yanaşmadı. Ağır şartlar ileri sürdü. Zaten son seferle Avusturya iyice sarsılmış durumdaydı. Kanuni'nin tekliflerini kabulden başka çareleri yoktu. Bu teklifleri kabul  ise Avusturya'nın Osmanlı hakimiyetine girmesi" manasına geliyordu. Çaresiz boyun büktüler. 22 Haziran 1533 Pazar günü bir antlaşma imzalandı.
Buna göre Ferdinand,  Osmanlı padişahını  "efendi"  kabul  edecekti.  Macaristan üstünde iddia  ettiği  haklardan  vazgeçecekti. Osmanlı padişahının izni olmaksızın hiçbir yere saldıramayacaktı ...
Kısacası Ferdinand, Osmanlı emrine girmiş ve böylece Macaristan meselesi kökünden halledilmiş oluyordu. Ayrıca bu antlaşmayla Osmanlılar, Avrupa'nın iç işlerine doğrudan karışma hakkı elde ediyorlardı.

Doğu seferi

Safevilerin  kışkırtmasıyla  Anadolu'da bazı isyancılar baş göstermişti. Önceleri Sadrazam ve Serasker (Başkomutan) İbrahim Paşa, üzerlerine gönderildi. isyanlar büyük ölçüde bastırıldı. Ancak Kanuni, her türlü kargaşanın altında Safevi parmağı bulunduğunu iyice anlamıştı. Bu belayı ortadan kaldırmanın vaktiydi. ..
11 Haziran 1534 Perşembe günü, dün­ yarım en namlı, en şanlı, en imanlı ve muhteşem ordusuyla sefere çıktı.
Başta Van olmak üzere (14 Haziran 1534) Anadolu'daki birçok kaleyi fethetti. 13 Temmuz  Pazartesi günü Sadrazam ve Serasker İbrahim Paşa, Tebriz'e girdi. 22 Ağustos'ta Barbaros Hayreddin Paşa Tunus'u aldı. 28 Eylül'de Kanuni, Tebriz'deydi. Oradan Bağdat üzerine yürüdü . Bağdat dayanamayacağını anlayınca, derhal teslim oldu. Kanuni 30 Kasım'da Bağdat'a girdi.
Şanlı ordu, kışı Bağdat'ta geçirdi. 1Nisan 1535'te Kanuni, İkinci Azerbaycan seferine çıktı. Bazı kaleleri fethetti. İsyan halinde bulunan beyleri itaate aldı. 3 Temmuz 1535 Cumartesi günü, ikinci olarak Tebriz'e girdi. Oradan 20 Temmuz Salı günü İran ordusu üzerine yürüdü. İran Şahı Tahmasb'ın kardeşi Sam Mirza, Osmanlılara katıldı. Şah, selameti kaçmakta buldu. 3 Ağustos 1535'te Kanuni'ye barış ricasıyla elçiler gönderdi. Kanuni, elçilere :
"Şahınız durmadan kaçar. Bizim buralarda olduğumuzu bildiğinden ortalarda gözükmeye cesaret edemez . Ama biz Dersaadet'e (İstanbul) çekilince hemen melanetlerini hızlandırır. Masum köylülerimizi katleyler, şehirlerimizi basar... Böyle biriyle barış yapmayız.Erkekse karşımıza çıksın! Dünya ikimize azdır. Böylece söyleyin..."

Fakat Safevi şahından ses seda çıkmadı. Safevi Şahı Tahmasb hiçbir zaman Kanuni'yle  karşılaşma  cesaretini  gösteremedi.
Bunun üzerine Kanuni, Tebriz'e döndü. Oradan da İstanbul'a hareket etti (27 Ağustos 1535)...

Sadrazam İbrahim Paşa'nın idamı

Sadrazam Serasker İbrahim Paşa, Kanuni tarafından kölelikten kurtarılmış , bir köy çobanıyken seraskerlik, sadrazamlık ve Rumeli beylerbeyliği gibi, Osmanlı Devleti'nin en yüksek üç makamına birden yükselmişti. Fakat İbrahim Paşa bunun kıy­ metini bilemedi. Önceleri çok dindar olan paşanın, sonraları gevşediği, hatta kendisine bir Kur'an-ı Kerim hediye edilmek istense  kabul etmediği rivayet edilir. Ayrıca Macaristan'dan getirdiği birtakım heykelleri konağının bahçesine diktirdiği, bunu gören din alimlerinin çok kızdığı ve durumun padişaha bildirildiği anlatılır.
Zaten Kanuni'nin "Irakeyn Seferi" (İki Irak Seferi) diye adlandırılan son Irak seferinde, sadrazamın bazı ihmalleri görülmüştü. Tebriz'de bir süre, kendisine "İbrahim Sultan" dedirtmesi de padişahın dikkatinden kaçmamıştı.
Bütün bunlar ve bilmediğimiz daha başka sebepler yüzünden,  "Makbul" İbrahim
Paşa sadrazamlıktan menedildi. Bu yüzden "Maktul" unvanıyla tarihimize geçti. Yerine Ayas Mehmed Paşa tayin edildi.

Boğdan seferi

Bağdan seferi, Kanuni Sultan Süleyman'ın sekizinci seferidir. Sebebi, OsmanlıIara bağlı olarak Boğdan'ı idare eden Voyvoda V. Petru Raşet'in, Osmanlı Devleti'ne olan borçlarını ödemeyen, hem Türk düşmanına yardım eden voyvodanın yola getirilmesi, bu seferi gerekli hale getirmiştır. Kanuni, Boğdan meselesini kökünden hallettikten sonra, 22 Eylül 1538'de muzaffer ordusuyla İstanbul'a dönmüştür.

Barbaros'un Preveze Zaferi

Cenova, Ceneviz'e bağlı bir şehirdi. Ünlü Amiral Andrea Dorya hala fırsat buldukça ticaret gemilerimizi basıyor, sahillerimizi vuruyordu. Ama her seferinde de Barbaros'la karşılaşmaktan korkup kaçıyordu.
Nihayet Andrea Dorya komutasında bulunan Haçlı donanması ile Barbaros'un emrindeki Osmanlı donanması Preveze önlerinde karşı karşıya geldi (26 Eylül 1538). Andrea Dorya'nın emrinde Alman, Venedik, Portekiz ve Papalık donanmalarından meydana gelen büyük bir Haçlı donanması vardı. Emrindeki gemi sayısı 302, top sayısı 2 bin 500, asker sayısı 60 bindi. Buna karşılık Barbaros Hayreddin Paşa'nın emrindeki Osmanlı donanması 122 parçadan ibaretti. Gemilerde 166 top, sekiz bin asker vardı. Yani düşman donanmasının üçte biri kadar gemi, 16'da biri kadar top, dokuzda biri kadar da askerimiz bulunuyordu ...
Bütün bu imkansızlıklar Barbaros'u ve arkadaşlarını yıldırmadı. Çekinmeden savaştılar ve kazandılar. Andrea Dorya mağlup  halde gece kaçarken ışıklarını söndürmüştü. Barbaros bunu görünce gülmekten ve şöyle demekten kendini alamadı:
"Şu Andrea Dorya, ne yana kaçtığını belli etmemek için fenerlerini nasıl da kahramanca  söndürüyor!"

Diğer seferleri

Kanuni Sultan Süleyman'ın dokuzuncu seferi, taahhütlerinden dönen Macar Kralı Zapolya'yı cezalandırmak içindir. "Budin Seferi" yahut "İstabur Seferi" olarak tarihimize geçen bu seferde Kanuni, Macar kralını cezalandırmış, Macaristan bütünüyle Osmanlı Devleti topraklarına katılmıştır (29 Ağustos  1541).
Kanuni'nin 10. seferi olan ve "Estergon Seferi" diye anılan Avusturya seferi 23 Nisan 1543'te başlamış,  birçok kale ve şehirle birlikte Estergon Kalesi'ni, Nis Kalesi'ni, İstonibelgrad Kalesi'ni aldıktan sonra, Veliaht Şehzade Mehmed'in aniden vefatı üzerine İstanbul'a dönmüştür (16 Kasım 1543).
Kanuni'nin ll. seferi yine İran üzerinedir. 29 Mart 1548'den 21 Aralık 1550'ye kadar sürmüş, yapılan bütün savaşlar kazanılmış, Osmanlı padişahının ve ordusunun namı cihana yayılmıştır.
Kanuni'nin 12. seferi de İran üzerinedir (28 Ağustos 1553). İran şahı, Kanuni ile karşılaşmamak için kaçacak delik aramış­ tır. Sayısız kale, şehir, kasaba fethedilmiştir. Nihayet bu saldırılara dayanamayan İran şahı ağır şartlarla barış imzalamak zorunda kalmış, Safevi tehlikesi de böylece giderilmiştir  (29 Mayıs 1555).
Şanlı padişahın son seferi Zigetvar üzerinedir (1 Mayıs 1566). Zigetvar'ı kuşatmış, dış kalesinin fethini görmüş, fakat Zigetvar'ın bütünüyle fethini göremeden ölmüştür (6/7 Eylül Cuma/Cumartesi gecesi 1566).
Öldüğünde 71 yaşındaydı. Kırk altı yıldır Osmanlı Devleti'ni zaferden zafere koşturmuş, bir saatini bile boşa harcamamıştı. Son nefesine yakın anlarda bile Zigetvar'ın fethini düşünüyordu. Bir ara gözlerini açıp Hekimbaşı Bedrüddin Mehmed Çelebi'ye baktı. Ve adeta kükredi:
"Bu ocağı yanacak Zigetvar daha alınmadı mı!"

Kanuni devri

Osmanlı Devleti'nin en parlak dönemi, Kanuni devridir. Devlet her bakımdan bütün dünya devletlerinden üstündür. En büyük mimari eserler bu devirde yapılmış, Osmanlı Devleti'ne bağlı toprakların yüzölçümü bu devirde 22 milyon kilometrekareyi  bulmuştur.
Kanuni'nin kendisi hem iyi bir şair hem de iyi bir sanatkardır. Mimar Sinan'ı her bakımdan desteklemiş; Baki, Fuzull, Zati, Gazali, Yahya Bey, Celali, Fikri, Lamii gibi büyük şairler onun zamanında yaşamış; Piri Paşa, İbrahim Paşa, Ayas Paşa, Rüstem Paşa ve Sokullu gibi değerli devlet adamları yetişmiştir.
Onun devrinde Osmanlı Devleti karada olduğu kadar denizlerde de büyüktür. Başta Barbaros Hayreddin Paşa olmak üzere, Turgut Reis, Murat Reis, Salih Reis, Sinan Paşa, Uluç Ali Reis, Piyale Paşa gibi, her bi­ ri bir düşman donanmasına bedel denizciler Kanuni devrinde bir araya gelmiştir.
Kemal Paşazadei Celalzade, Ebussuud Efendi, Zembilli Ali Cemali Efendi, Piri Reis, Taşköprülüzade, İbrahim Çelebi, Molla Hayrüddin ve daha nice bilginler Kanuni devrini ışıklandırmışlar, kendilerinden sonra geleceklere eserleriyle/keşifleriyle yol göstermişlerdir.
Bu devirde İngiltere'den Osmanlı Devleti'nin merkezi olan İstanbul'a bir heyet gelmiş, Osmanlı hukuk sistemini incelemiş ve bu sistem İngiltere kanunlarının temeli yapılmıştır...

Şahsiyeti

Kanuni Sultan Süleyman ne çok sert ne de her istenileni yapacak kadar yumuşak başlı idi. Her işi iyice düşünür, mutlaka işin uzmanlarına danışır, kararını ondan sonra verirdi. Ama bir kere karar verdi mi geri dönmek nedir bilmezdi. Fetihleri de bu kararlılığın eseridir.
İnançlıydı. Şaşılacak derecede cesurdu . On üç büyük sefere katıldı. Sayılamayacak kadar çok zafer kazandı. Son nefesinde bile ordusunun başındaydı. Ona zaten bu ya­ kışırdı. Öldükten sonra çürümemesi için iç organları çıkarılıp  otağın  bir  köşesine gömülmüş, savaş sırasında karışıklık çıkmasından korkulduğu için de padişahın ölümü  askerden  gizli  tutulmuştur.  Sultan Süleyman'ın  iç  organlarının  gömülü  bulunduğu yere sonradan bir türbe yapıldığı, bazı tarihlerde kayıtlıdır.
Büyük padişahın vefatı tam 48 gün gizli tutulmuştur. Ancak Kanuni'nin oğlu, Sultan Selim'in Belgrad'a geldiği haberi üzerine, üzücü vefat haberi açıklanmış; askerler, paşalar, beyler külahlarını yerlere atarak feryat etmişlerdir. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, askere bir  konuşma yapıp herkesi yatıştırmış, ondan sonra büyük sultanın tabutu sağlığında bindiği arabaya konularak Belgrad'a getirilmiştir. Cenaze namazı, Kanuni'nin ilk büyük seferinde fethettiği   Belgrad   önlerinde   kılınmış   (26 Ekim 1566) ve İstanbul'a babasının türbesine gömülmüştür.
Babasının cenaze namazında, yeni padişah II. Selim çok üzgündü. Ağlıyordu. Siyah bir cübbe giymiş olduğu halde otağından çıktı. Babasının tabutu önünde durdu. Hüngür hüngür ağlayarak dua etti. Bir ara bayılacak gibi oldu. Sokullu Mehmed Paşa, yeni padişahın koluna girip düşmesini önledi. Ve Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın cenaze namazı, sade insanların cenaze namazı gibi kılındı. İmam Hacc-i Sultani Ataullah Efendi, "Er kişi niyetine" diye tekbir aldı. Musalla taşında padişahın bir çobandan farkı yoktur.  Allah önünde herkes eşitti. O artık, insanların şanları, şöhretleri, zenginlikleri ile değil, iyilikleri ve hayırlı amelleriyle ölçüldüğü ahiret alemindeydi.
Kanunı Sultan Süleyman, yuvarlak yüzlü, ela  gözlü, kaşlarının  arası biraz  açık, doğan burunlu, uzunca boylu, uzunca boyunlu ve seyrek sakallıydı.
Babasından miras kalan şanlı tahtı, Osmanlı'nın bahtı yaptı. Tarih sayfalarını zaferlerle süsledi.
Ordunun gelişmesi ve dünyanın tek gücü haline gelmesi için elinden gelen her şeyi yaptı. Yeni kanunlarla disiplin sağladı. Askerlerini sevdi ve askerleri tarafından çok sevildi.
İlme ve ilim adamlarına önem verirdi. Şanlı dedesi Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul'da vücuda getirilen "Salın-I Seman" isimli ilahiyat ve hukuk fakültesinden başka, yine İstanbul'da kendi camisi civarında Salın-ı Süleymaniye adındaki tıp ve matematik fakültelerini kurdu.
Bir gün Sultan Süleyman, yanında bulunanlara sormuş:
"Efendi kimdir?" Cevap vermişler:
"Padişah hazretleri,  sensin." Başını iki yana sallamış:
"Hayır, hakiki  efendi köylüdür.  Çünkü bizi beslemek için gece ve gündüz çalışır."
Kanuni Sultan Süleymanı birde Talha Uğurluel'den dinlemenizi tavsiye ederim.


Bu yazı Yavuz Bahadıroğlu'nun Resimli Osmanlı Tarihi kitabının özetidir. 


36 Osmanlı Padişahının ilk 10 padişahından sonra belli başlı bazı padişahların Yavuz Bahadıroğlu'nun Resimli Osmanlı Tarihi kitabının özetidir.


SARI SELİM


Sultan II. Selim, 28 Mayıs 1524 tarihinde İstanbul'da dünyaya geldi. Babası Kanuni
Sultan Süleyman, annesi Hürrem Sultan'dır. Sarışın olduğundan dolayı, kendisine"

Sarı Selim" de denir. Oldukça yakışıklı bir padişahtı. Orta boylu, mavi gözlüydü. Geniş omuzları ve şahin bakışlarıyla heybetli bir görünüşü vardı. Sevgi dolu bir kalp taşırdı. Kimseyi incitmez, kimseyi gücendirmek istemezdi. Kanuni'nin bütün şehzadeleri gibi iyi birTahsil ve terbiyeden geçti. Zamanın namlı ilim ve din adamları olan Cafer Efendi, Halimi Efendi ve Ataullah Efendi'den dersler aldı. Şehzadeliği sırasında Kütahya ve Manisa valiliği yaptı. 30 Eylül 1566 Pazartesi günü Selim "11. Osmarı1ı padişahı" olarak tahtına geçti...

BÜYÜK ACI
Sultan Selim, cenazeyi karşıladı. Üzüntüyle tahta kavuşmuştu. Onun yerini doldurmanın imkansız olduğunu biliyordu. Tabutun önüne geldiğinde diz çöktü. Sessizce bir süre ağladı.
Sonra ellerini kaldırarak dua etti:
“Allah'ım Hayatını Senin yoluna
adayan babamı cennetine kabul eyle.”

Karadeniz'le Hazar Denizi'ni
Birleştirme Çalışmaları

Kanuni'nin ölümü, herkesi son derece üzmüştü. Ama devlet gemisinin yüklenmesi
gerekiyordu. Acılarını içlerine gömmeli dört elle işe sarılmalıydılar.
Büyük padişahın ölümüyle, devlet işlerinde doldurulması zor bir boşluk meydana
gelmişti. Osmanlı'ya düşman olanlar, abu durumu fırsat sayıyorlardı. Yer yer
ayaklanmalar baş göstermişti. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, bunları bastırmakta
güçlük çekiyordu. Öte yandan, uzun zamandır Osmanlı'ya diş bileyen Ruslar, Kanuni'nin ölümüyle birlikte harekete geçtiler. Astrahan yolunu kapatarak, Hiveli Müslümanlara zorluk Çıkardılar. Hacca gidecek Müslümanların Astrahan'dan geçmelerine mani oldular.
Hive Hanı Hacı Muhammed, bu durumu padişaha bildirdi. Astrahan'ın Ruslardan
alınmasını rica etti ... Sultan II. Selim hemen harekete geçti. Bazı planlar yaptı. "Volga ve Don Kanalı'nı açarak, Karadeniz'le Hazar Denizi'ni birleştirmek" gibi dahiyane bir işe Sokullu Mehmed  Paşa'yı memur etti (4 Ağustos 1566). Yoğun bir çalışma temposuyla, kısa bir
zamanda, kanalın üçte biri açıldı.

Kıbrıs seferinin sebepleri

Kanuni devrinde başlatılan Hint siyasetine, Sultan Selim zamanında da devam
edildi. Avrupalıların tazyikine maruz kalan Sumatra Adası'ndaki Açe Sultanlığı'na bir
miktar silah yardımı yapıldı (1566). Ayrıca Süveyş Kanalı'nın açılması da Selim
zamanında düşünüldü. Eğer bu teşebbüs gerçekleşseydi, meşhur İpek ve Baharat
Yolu buradan geçecek ve dünya ticareti Osmanlıların eline geçecekti. Diğer yandan
Avrupalıları Hint Denizi'nden kolayca atmak mümkün olacaktı. Dünya ticaretinde yeni bir safha açacak olan bu düşünce, bazı sebepler yüzünden gerçekleşemedi ...
O sırada Sultan Selim, Kıbrıs Adası'nın fethiyle uğraşıyordu. Çünkü Kıbrıs, Venediklilerin
elinde "bir korsan yatağı" haline gelmişti. Ticaret gemilerimizi soyuyor, esir aldıklarını işkencelerle öldürüyorlardı. Kıbrıs zindanları Müslümanlarla dolmuştu. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, Kıbrıs seferine karşıydı. Türlü sebepler ileri sürüp, padişahı caydırmaya çok çalıştı. Ama başaramadı. Zaten padişah, Sokullu'nun her işe karışmasından bıkmıştı.
"Bu seferi biz istiyoruz, Kıbrıs'ın fethi cennetmekan babamızın da arzusuydu.
Biz padişah oğlu padişahız ve adanın fethini ferman etmişiz. Ferman bizimdir!"
Bu sözleriyle Sokullu'ya, padişah olduğunu hatırlatıyor, fazla ileri gitmesini önlüyordu. Bu sert çıkış karşısında Sokullu, susmak zorunda kaldı. 'Allah fetih nasip etsin!" diye mırıldanmakla yetindi. Osmanlı donanması 15 Mayıs 1570 tarihinde demir aldı. O gün bütün İstanbul sahildeydi. Hafızlar Kur'an-ı Kerim'den fetih çalıyor, tekbirler denizin dalgalan arasında yankılanıyordu. Ve Osmanlı donanması, Kıbns'ı mutlaka almaya yemin edip Akdeniz'e çıkıyordu. Osmanlı donanmasının hareketini haber alan Kıbns'taki Venedik korsanları korku içindeydi. Papadan yardım istediler.  Bunun üzerine teşkil edilen bir Haçlı donanması Kıbrıs'a gönderildi. Bu sırada Osmanlı donanması, Limasol Körfezi'ne demir atmıştı (1 Temmuz 1570). Sahile çıkan leventler (deniz askerleri) Leftari Kalesi'ni sıkıştırıp teslim aldılar (2 Temmuz). Ardından Gime'yi alıp Lefkoşe'yi kuşattılar. 9 Eylül 1570'te Lefkoşe'yi fethedip Magaso'ya yürüdüler.

Kıbrıs'ın fethi

Magosa çıkartına hareketi başarıyla gerçekleştirildi.Leventler sahil şeridine iyice
yerleştiler. Öncü birliği, arkadan gelen askerlerle desteklendi. Düşman bir hayli kalabalıktı. Ama fatihlerin karar kesindi. Kıbns bütünüyle alınacak, korsanlardan hesap sorulacaktı. Buraya bunun için gelmişlerdi. Öldüler, fakat bir adım bile çekilmediler. Sonunda Haçlı
savunması bütünüyle kırıldı. Magosa Kalesi burçlarına bayrağımız dikildiğinde
güneş batmak üzereydi. Az sonra kalenin bütün burçlarından ezan sesleri yükselmeye başladı. Padişahın emri yerine gelmiş, Kanuni'nin vasiyeti tutulmuş, Kıbrıs fethedilmişti (1 Ağustos 1571)

İnebahtı Faciası

Avrupalılar, Kıbrıs Adası’nı kaybetmenin acısını çıkarmak için bir Haçlı donanması
meydana getirdiler. O sıralarda Osmanlı donanması, İnebahtı önünde demirlemiş bulunuyordu. Donanmamız, burada Haçlıların baskınına uğradı. Çok şiddetli bir deniz savaşı
oldu. Ama düşman hazırlıklıydı. Tutuşturulmuş paçavralı oklar, kadırgalarımızın
tutuşmasına ve yanmasına yol açtı. Bütün gayretlere rağmen, bozgun önlenemedi.
Kaptan Müezzinzade Ali Paşa şehit oldu. Uluç (Kılıç) Ali Paşa, 20 gemisiyle bir
çıkış bulmaya çalıştı. Ne yazık ki başaramadı... Haçlı donanması, İnebahtı Deniz
Savaşı'nda Osmanlı donanmasını yendi (7 Ekim 1571). İnebahtı galibiyetiyle Avrupa bayram
yerine döndü. Büyük şenlikler düzenledi. İnebahtı galibiyetiyle bayram yapan Avrupalıların
sevinci kısa sürmüştü. Osmanlı donanmasının bütün ihtişamıyla Akdeniz'de
boy göstermesi karşısında Avrupa derin bir mateme gömüldü.
Donanmamız, tarihimize yeni zafer sayfaları bekliyordu. Tunus ikinci defa fethedilmişti. Kaleler arka arkaya alınmış, nihayet 9 Haziran 1574'te
muhteşem Boğdan Zaferi kazanılmıştı. Donanmamız zaferden zafere koşarken,
İstanbul'da padişah hastalandı. Hastalık gün geçtikçe ilerliyordu. Sık sık başı dönüyor,
sendeliyordu. Doktorlar, bir türlü çare bulamıyorlardı. Hamama gittiği bir sırada, ayağı kayıp

mermerlerin üstüne düştü. Kaldırıp yatağına götürdüler. Yataktan bir daha da kalkamadı. Ve 15 Aralık 1574 Çarşamba günü 51 yaşının içindeyken hayata gözlerini kapadı

.II. Selim'in şahsiyeti

 Saltanatı 8 yıl 2 ay 15 gün süren II. Selim, Kanuni gibi büyük bir padişahtan sonra
tahta çıkmıştı. Ordu en kuvvetli dönemini yaşıyordu. Devlet hazinesi ağzına kadar
altın ve gümüş doluydu. Osmanlı Devleti, dünyanın en büyük, en kuvvetli devletiydi.
Kanuni'den, büyük ve güçlü bir devletle birlikte, iyi yetişmiş devlet adamları
da miras kalmıştı. Fakat Sultan IL. Selim, babasına benzemiyordu.
Bir padişahta olmaması gereken bazı kusurları vardı. Zaman zaman Sokullu
Mehmed Paşa'nın gölgesinde kalıyordu. Ama zaman zaman padişahlığını hatırlayıp
sert çıkışlar da yapıyordu. Yazık ki, böyle zamanlar çok azdı... Padişahlığı süresince hiçbir savaşa katılmadı. Oysa asker, başında padişahı görmeye alışıktı. Onları Kanuni alıştırmıştı. Padişahın arkasından ölüme bile yürümeye hazırdılar. Fakat padişah saraydan çıkmıyordu.
Tabii, bu da askerin bağlılığını azaltıyor, şevkini kırıyordu. Sultan II. Selim devrinde
büyük isyanların çıkmaması, Kanuni'nin sağladığı çelik disiplinden dolayıdır. Kanuni öylesine sağlam bir düzen kurmuştur ki, bu düzeni, ardından gelen bazı aksaklıklar
bile bozamamıştır. Sultan II. Selim, Nurbanu Sultan'la evliydi. Murad, Osman, Süleyman, Mahmud, Cihangir, Mehmed, Mustafa, Abdullah isimli sekiz oğlu ile Esma, Fatma, Şah Sultan, Gevher Mülük adlı dört kızı oldu. İyi şairdi. Şiirlerinde "Talibi" takma adını
kullanırdı. Bir divanı vardır. İstanbul'da Ayasofya avlusundaki türbesinde gömülüdür.

SULTAN I. AHMED



Babası III. Mehmed'in ölümü üzerine Osmanlı tahtına geçen Sultan I. Ahmed'in annesi Handan Sultan'dır. Tahta geçtiğinde henüz  14 yaşında bir delikanlıydı. Ama iyi eğitim görmüş, diğer şehzadeler gibi o da iyi yetiştirilmişti. Hocaları arasında meşhur Muallim Sultan ile Aydınlı Mustafa Efendinin ayrı bir yeri vardır. Yeni padişahın her konuda iyi yetişmesi için ellerinden geleni yapmışlardır. Çok zeki bir çocuktu. Verilen dersleri kısa
Süre içinde yapar, hocalarını şaşırtırdı. Küçük yaşta şiir yazmaya başlamış, yaşı
İlerledik kalemi de güç kazanmıştı. Şiirde "Bahti" mahlasını kullanmıştır. Tarihçilerimiz bu padişahın hayatında 14 rakamının önemli rolünden bahsederler. Mesela Sultan I. Ahmed 14 yaşında padişah olmuştur; "14. padişah" olarak tahta geçmiştir; 14 yıl saltanat sürdükten ve iki 14'ün tutarı kadar, 28 yıl yaşadıktan sonra vefat etmiştir ... Tahta çıkar çıkmaz yaptığı ilk işlerden biri, devlet işlerini düzene koymak oldu. Bu gayeyle Sadrazam Malkoç Ali Paşa'yı
Garp (Batı), Cağaloğlu Sinan Paşa'yı da Şark (Doğu) komutanlığına tayin etti.

Kötü haber

Bu sırada İstanbul'a kötü bir haber geldi: Erivan Kalesi, Safevilere teslim olmak
zorunda kalmıştı. Böylece, Tebriz'den sonra Nahcivan ve Erivan da Safevilere geçmiş ve bölgede Osmanlı hakimiyeti iyice zayıflamıştı. Bu durumdan faydalanmak isteyen bazı beylerle  bazı Türkmen oymakları ve Gürcistan prensleri, Osmanlı Devleti'nden ayrılıp Safevilere katıldılar. Bundan şımaran Safevi şahı, Kars'a saldırdı. Şehre girip camileri
yerle bir etti. Halkı kılıçtan geçirdi... Padişah hem çok üzülmüş, hem de çok
kızmış idi. Topladığı vezirlere, paşalara, beylere karşı kükrüyordu:
"Safeviye haddi bildirilse lazımdır. Camilerimizin
yıkılması, halkımızın kılıçlanması
yüreğimizi yaralar. Tedbir düşünülsün!"
Sonuçta, "Doğu kumandanlığına tayin edilen Cağaloğlu Sinan Paşa'nın hızla harekete
geçmesi" kararlaştırıldı. Sinan Paşa, ordusuyla birlikte Üsküdar'dan İran seferine
çıktı (15 Haziran 1604). Fakat kötü haberler bitmemişti ... Bu sefer
de İstanbul'a, "Sadrazam Malkoç Ali Paşa'nın Belgrad konağında öldüğü" haberi
geldi. Yerine Lala Mehmed Paşa tayin oldu (5 Ağustos 1604).

Batı cephesinde toparlanma

Malkoç Ali Paşa'nın yerine getirilen Lala Mehmed Paşa süratle harekete geçti. 25
Eylül 1604'te Belgrad'dan Budin'e yöneldi. Sadrazamın geldiğini haber alan Avusturyalılar,
Peşte Kalesi'ni bırakıp kaçtılar. Bunun üzerine sadrazam, birkaç gemi ile Tuna'yı
aşarak kaleyi aldı. Böylece Pişte'de iki sene süren düşman işgali sona ermiş ve
İstanbul'a iyi bir haber gelmiş oldu. Ardından Sadrazam Lala Paşa, yine düşman
tarafından boşaltıldığını öğrendiği Hatvan Kalesi'ni de aldı. Oradan Vaç Kalesi
üzerine yürüdü. Avusturyalılar kaleyi savunamayacaklarını anladılar. Bir gece yarısı
gemilerle kaleden kaçtılar ve Gran (Estergon) Kalesi'ne sığındılar. Lala Mehmed
Paşa derhal Estergon'u kuşattı (18 Ekim 1604). Fakat kış yaklaşmış, şiddetli yağmurlarla
her taraf batak haline gelmişti. Asker çok sıkıntı çekiyordu. Kar fırtınaları da başlayınca
kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. Kışı geçirmek üzere Belgrad'a çekildi (23
Kasım 1604). Sonra İstanbul'a döndü ... Ama İstanbul'da fazla eğlenmedi. Padişahın
emriyle yeniden komutan tayin edilen Sadrazam Lala Mehmed Paşa, 21 Mayıs
1605 günü Belgrad'a hareket etti. Nihayet Estergon Kalesi önlerine gelip kaleyi
tekrar kuşattı (29 Ağustos 1605). başına Sadrazam Lala Mehmed Paşa getirildi. Paşa, sefere çıkacağı günün sabahı, namazı Ayasofya Camisi'nde kıldı, şöyle dua etti:
"Rabbim, Estergon'da cuma namazını
kılmadan canımı alma!"
Sonra padişahla görüştü. Sultan I. Ahmed'in emri kesindi:
"Lala, bize ecdat yadigarı olan Estergon'u
senden isteriz. Sakın mazeretle karşımıza
gelmeyesin!"

                          Estergon Kalesi Su Başı Durak                   

Ha1a yüreğimiz ürpererek türkülerimizde yaşattığımız Estergon Kalesi, Tuna Nehri'nin
sahiline yaslanmış, hakiki sahiplerini bekliyordu. Şanlı Osmanlı padişahı Kanuni, Estergon'u
1529 yılı Mayıs'ında fethetmiş, Estergon o gün İslam adaletinin yumuşak iklimini ilk
defa tatmış, bir daha da unutamamıştı. Ne var ki, kale birkaç kere el değiştirdi.
Nihayet Avusturyalıların işgaline maruz kaldı. Osmanlılar bunu bir türlü hazmedemiyorlardı.
Devrin Padişahı I. Ahmed Avusturya kralına müracaatla ecdat yadigarı
Estergon'u istedi, fakat reddedildi. Bunun üzerine sefer açıldı. Osmanlı ordusunun
başına Sadrazam Lala Mehmed Paşa getirildi. Kuşatma bir hafta devam etti. Osmanlı
birlikleri zaman zaman hücuma geçtiler. Kale önlerinde çetin savaşlar oldu. Fakat
fetih gerçekleşmiyordu. Savaş öğleye doğru şiddetini artırdı. Fakat zafer daha çok uzaktı. Bütün kuvvetleriyle yüklendikleri halde neticeye bir türlü ulaşamıyorlardı. Bir ara şiddetli gürültüler duyup o tarafa  baktılar. Küçük bir müfreze bağıra çağıra savaşın ortasına dalmıştı. Kısa zamanda düşmanı dağıtmış, ilerlemeye başlamıştı. Başlarında ak sakallı, koca kavuklu bir ihtiyar vardı. Yüzü ter ve tozdan karardığı için kim olduğu kestirilemiyordu. Fakat
şiddetli narası dört yandan duyuluyordu:
“'Vurun aslanlarım, koman yiğitlerim!”
Acaba bu kahraman ihtiyar kimdi? Bu cesaret neyin nesiydi? Koca bir ordunun
yapamadığını küçücük bir müfreze nasıl yapabilmişti? ... Sorularını içlerine attılar ve küçük müfrezenin açtığı yoldan yıldırım gibi geçtiler. Savaş sabaha kadar sürdü. Ve güneş zaferimizin üzerine doğdu ... Ordumuz 3 Ekim gününe kadar dinlenip, Estergon'a hücum etmeyi kararlaştırmıştı.
Askerler birbirleriyle helalleşiyor, "Gelecek cuma namazını Estergon'da kılacağız"
sözü dillerde dolaşıyordu. 3 Ekim sabahı hücuma geçtiler. Lala Mehmed Paşa, ihtiyarlığına aldırmadan ön safları tutmuştu. Delip geçiyor, arkasından serden geçtiler can pahasına ilerliyordu. ''Allah, Allah!" sesleri cihanı tutmuş, Avusturyalılar korkudan kaleye kapanmışlardı. Bu şimşek gibi hücumun önünde, güneşe düşmüş kartopu misali eridiler. Akşam güneşi gurupta gülümserken, ordumuz Estergon'a girdi. Sadrazam Lala Mehmed Paşa'nın duası Kabul olmuştu: Cuma namazını Estergon'da kılacaktı (3 Ekim 1605) ...
Sadrazam Lala Mehmed Paşa 16 Mart 1606'da İstanbul'a döndü. Kahramanlara yakışır biçimde karşılandı. Padişah tarafından kabul edilip kutlanarak armağanlar  verildi. Fakat ömrü yetmedi... 21 Haziran 1606 günü öldü. Yerine Derviş Mehmed Paşa sadrazamlığa tayin edildi. Deli Ferhad Paşa da Doğu cephesi komutanı yapıldı. Fakat Derviş Paşa, kendisinden önce
sadrazamlık yapmış Lala Mehmed Paşa gibi iyi bir asker ve iyi bir idareci değildi. Herhalde kendisi de bildiği için doğu cephesine bizzat gitmemiş, yerine Ferhad Paşa'yı göndermişti. Zaten makamında fazla kalamayacak, 9 Aralık 1606'da idam edilecektir... Derviş Paşa'nın idamından önce patlayan Canbulatoğlu İsyanı devleti zayıf düşürmüş, bu isyanda sadrazamın ihmali görüldüğünden idam edilmiştir.  Nihayet Osmanlı Devleti, Avusturya ile 20 Ekim 1606'da başlattığı barış görüşmelerini II Kasım 1606'da sonuçlandırarak aleyhindeki metni imzalamak zorunda kalmıştır. "Avrupa üstünde Türk hakimiyetinin sonu" demek olan bu antlaşma 17 maddeliktir. Antlaşmaya göre, bundan böyle Avusturya, yılda 30 bin altın tutarında olan vergisini vermeyecektir. Yalnız bir defaya mahsus olmak üzere Avusturya, padişaha 67 bin altın ödeyecektir. Osmanlı padişahı, Avusturya kralına "imparator" diyecektir. İki taraf birbirinin arazisine hücum etmeyecektir. Bu antlaşma yalnız Avusturya İmparatoru Rudolphe ile Sultan I. Ahmed arasında geçerli olmayacak, onlardan sonra gelecek imparator ve padişahları da bağlayacaktır. Böylece Kanuni'nin Avrupa'ya kabul ettirdiği
"Türk üstünlüğü" hukuken bitiyor, Osmanlı Devleti kendini Avrupa devletleriyle eşit saymayı kabul ediyor ve Koca Sinan Paşa'nın 1593'te açmış olduğu Avusturya seferi başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Bu sefer tam 13 yıl 4 ay 8 gün sürmüştür.

Sultan I. Ahmed'in Kişiliği Ve Ölümü


Sultan I. Ahmed çok zeki, yardımsever, koruyucu bir padişahtı. Çocuk yaşta tahta çıkmasına rağmen devlete sahip çıkmış, devlet işlerine kadınları karıştırmamıştır. Son derece dindar ve hayırsever idi. Şair Nef'i'yi çok sever, onu dinlemekten zevk alırdı. Ecel genç yaşında onu yakaladı. On dört yıl süren padişahlıktan sonra 21 Kasım'ı 22 Kasım'a bağlayan gece hayata gözlerini yumdu ...

Sultanahmed Camii

Sultan i. Ahmed 14 yaşlarında Osmanlı tahtına geçmiş ve 28 yaşına kadar 14 sene
padişahlık yapmıştır. Zamanında bazı parlak zaferler kazanılmakla birlikte, kendisi
sefere gitmemiştir. İçkiyi şiddetle yasak etmiş olan bu dindar padişahın hayratından
en büyüğü, Sultanahmed Camii'dir. Rivayete göre, bir gün Ayasofya'da cuma
namazı kıldıktan sonra, "Bundan daha büyük bir cami yaptırmak isteriz" demiş ve
mimarlığını Ahmed Ağa'ya vermiştir, 4 Ocak 1610'da temel atına merasimi yapılan
caminin temelleri kazılırken padişah, eteğinde toprak taşımış, amele gibi çalışmıştır.
Nihayet bu muhteşem eser 9 Haziran 1617' de tamamlanmış ve ibadete açılmıştır.
Cami, minareleriyle meşhur olduğu kadar, çinileri ve süslemeleriyle de bütün dünyada şöhret bulmuştur. Etrafında medresesi, imarethanesi, tabhanesi (mutfak) ve darüşşifası (hastane) vardır. Camiden üç sene sonra inşa edilen türbede Sultan I. Ahmed'den başka oğulları Sultan II. Osman ve Sultan IV Murad gömülüdür. Ayrıca Sultan I. Ahmed'in eşi Mahpeyker Kösem Sultan ile bazı şehzadeler de aynı türbede bulunmaktadır. Cami inşa edilene kadar adı
“At Meydanı" olan meşhur meydana, cami inşa edildikten sonra "Sultanahmed Meydanı"
denilmeye başlanmıştır. 

GENÇ OSMAN


Sultan 1. Mustafa tahttan indirilince, yerine II. Osman tahta çıktı (1618). Henüz l4 yaşın
içinde, zeki, iyi eğitim görmüş, fakat tecrübesiz bir gençti. Bıyıkları bile çıkmamıştı. 3 Kasım 1604 tarihinde İstanbul'da dünyaya gelen Genç Osman'ın babası 1. Ahmed, annesi Mahfiruz Hatice Sultan'dır. Bütün Osmanlı şehzadeleri gibi o da iyi bir eğitim gördü. Çok zeki ve enerjik idi. Daha çocuk yaşında Arapça, Acemce, Latince, Yunanca ve İtalyanca'yı öğrenmişti. Çok iyi bir şair ve hattat idi. Tarih, coğrafya ve matematik dersleri de almış, hocası Ömer Efendi ile Müftü Esad Efendi'ye iyi bir talebe olmuştu. Sonradan Müftü Esad
Efendi'nin kızı Akile Hatun'la evlendi. Genç Osman ataları gibi cesur ve savaşçı idi. Ordusunun başında Polonya seferine çıkmak istiyordu. Fakat asker eski asker değildi. Fatih, Yavuz ve Kanuni zamanlarında dünyayı titreten Yeniçeri Ocağı bozulmuştu. Asker ticarete bulaşmıştı. Savaşta isteksizlik gösteriyorlardı. Bununla birlikte, Sultan Osman hazırlandı.
29 Nisan 1621 Perşembe günü Davut Paşa Kışlası'nda otağ-ı hümayun kurdurdu. Kendisi de 8 Mayıs 1621 Cumartesi günü vezirleri ve komutanları ile birlikte Davutpaşa Kışlası'na gitti, ordunun başına geçti. 21 Mayıs 1621 Cuma günü, Cuma namazından sonra yürüyüş emrini verdi. O sırada bir güneş tutulması olayı oldu. Yeniçeriler bunu hayra yormadılar. Osmanlı
Devleti'nin istikbalinin karardığını, güneş tutulmasının bunun işareti olduğunu söylediler. Genç Osman bunlara kulak  asmadı. Kararlıydı. Lehistan seferini açacak ve ataları gibi büyük bir zafer kazanıp dönecekti.

Lehistan seferi

Osmanlı ordusu, genç padişahının emrinde 1 Eylül 1621 Çarşamba günü Hotin önlerine
kondu. Ertesi gün Kırım Hanı Canibek Giray, ordusuyla padişaha katıldı. Ve 8 Eylül
1621 Çarşamba günü genel hücum başladı. Bu hücum sırasında çok sayıda esir ve
ganimet alınmasına rağmen zafer kazanılamadı. Bunun üzerine ikinci ve üçüncü hücumlar
yapıldı. Yazık ki, ordu eskisi gibi değildi ... Asker dövüşmek istemiyordu. Rahata
alışmıştı. İsteksizlik gösteriyordu. Bu yüzden, hücumlar bir türlü zafere ulaşamadı.
Nihayet 15 Eylül günü dördüncü hücum yapıldı. Savaşın en kızgın yerinde Budin
Beylerbeyi Karakaş Mehmed Paşa vurularak şehit düştü. Bu olay, askerin kalan takatini de tüketti. Savaşta gayretsizlik gösteren Sadrazam Ohrili Hüseyin Paşa makamından uzaklaştırıldı (17 Eylül 1621). Yerine Diyarbakır Beylerbeyi Dilaver Paşa tayin edildi.
Bundan sonra iki saldırı daha düzenlendi, ama hiçbiri başarılı olamadı. Bir ay istirahat
ilan ettirdi. Bu süre bitmeden düşman barış isteğiyle padişaha başvurdu. Padişah teklifi kabul etti. 9 Ekim 1621 Cumartesi günü ordusuyla İstanbul'a hareket etti. Yeniçeri ayaklanması
Lehistan seferinin büyük bir başarıyla sonuçlanmaması, zaten bahane arayan fesatçıların
işine yaramıştı. Bunlar bir sürü söylenti çıkarıyor, yeniçerileri kandırıyor, kışkırtıyorlardı.
Fesat çıkarmak isteyenlerden bazılarının niyeti, Sultan ı. Mustafa'yı tekrar padişah yapmaktı. Bazıları da karışıklık çıksın ve etraf yağmalansın istiyordu. Bu arada Sultan Genç Osman tarafından işlerine son verilenlerin intikam duygusu da işe karışmıştı. Söylentiler yayıldıkça yayılıyor, İstanbul için için çalkalanıyordu. Öte yandan padişah da boş durmuyordu. Hacca gideceğini ilan edip hazırlıklar yapmıştı. Asıl niyeti ise hac bahanesiyle ordu toplamaktı. Anadolu'dan, Suriye'den ve Mısır'dan toplayacağı kuvvetleri İstanbul'a getirecekti. Bu yolla yeniçeri ve sipahi ocaklarına son verecekti. Hocası Ömer Efendi ile darüssaade ağası, padişahı buna teşvik ediyorlardı. Padişah, kayınpederi olan Şeyhülislam Esad Efendi ile din bilginleri
ise aynı görüşte değildi. Esad Efendi: "Padişahlara hac lazım değildir. Yerinde oturup adaletle hükmetsin ki kargaşa çıkmasın ... " diyordu. Padişah iki ateş arasında kalmış gibiydi. Kafasına "Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması gerektiği" fikri iyice yerleştirilmişti. Oysa ocağı kaldırmak yerine sonradan IV. Murad'ın  yaptığını yapabilse ve yeniçeriyi yola getirebilseydi, o korkunç felakete uğramayacaktı. Fakat çok genç ve tecrübesizdi. Güvendiği adamların fikrini benimsiyordu. Düşüncesinden vazgeçmedi. Otağ-ı hümayunun Üsküdar'a geçirilmesini emretti.
Bir rüya

O gece rüyasında Peygamber Efendimizi gördü. Sabah, gördüğü rüyanın tesiriyle uyandı. Sabah namazını kıldırmaya gelen hocası Ömer Efendi'ye heyecanla anlatmaya başladı"Fahr-i Kainat Efendimiz rüyama girdiler. Taht üstünde oturuyordum. Kur'an-ı Kerim'i kaptılar, arkamdan cübbemi çıkardılar, yüzüme de bir tokat vurdular ki, tahtla birlikte yuvarlandım ... Yine ayaklarını öpmek istedim, ama çektiler. Hocam, bu rüyanın manası ne ola?" Ömer Efendi bir süre düşündükten sonra:
"Hemen hacca gitmeniz lazımdır" dedi,
"Geciktiğiniz için Peygamber Efendimizi
kızdırdınız! "
Fakat Genç Osman'ın merakı geçmedi. Ömer Efendi'nin rüyayı değil de kendi fikrini
söylediğini düşündü. Kayık hazırlatıp, Üsküdar'da bulunan "Şeyh Mahmud Hüdaı"
isimli büyük alimin tekkesine gitti. Rüyasını aynen şeyhe anlattı. Şeyh:
"Tövbe ediniz padişahım" dedi,
 ''belki o zaman bağışlanırsınız ..."
Sultan Osman, bunun üzerine kurbanlar kestirdi, İstanbul'daki türbeleri ziyaret etti. Bağışlanması için Allah'a yalvardı, gözyaşı döktü.

Yeniçerilerin İstekleri

Bu sırada yeniçeriler isyan etmiş, saraya yürümüşlerdi. Padişaha bir heyet gönderdiler.
"Hacca gitmek istemişsin, gitmeyeceksin! Yeniçeri ve Sipahi ocaklarını kaldırmak için Halep'ten, Şam'dan asker getireceğini duyduk, buna razı değiliz. Sarayında otur ve padişahlığını yap. Yoksa durum başka olur!" Son söz, "Seni tahttan indiririz!" manasına
geliyordu. Bunu sezen genç padişahın dudakları kurudu. Birden öfkelendi:
"Varın o kudurmuş kalabalığa söyleyin!
Beni kararımdan kimse vazgeçiremez,
hacca gideceğim!" Bu cevap yeniçerileri fena halde kızdırdı:
"Demek asker toplayıp bizi ortadan kaldıracağı,
hepimizi keseceği doğru imiş!"
diye söylene söylene isyanı başlattılar. İstanbul günlerce çalkalandı. Bazı dükkanlar yağmalandı. Halk sokağa çıkamaz, camiye gidemez oldu. Nihayet Sultan Genç Osman, yeniçerilere şu haberi gönderdi:
"Varın söyleyin, hacca gitmekten vazgeçtik,
ama bunu onların yanına komam!"
Bu cevap havayı büsbütün karıştırdı. İsyancılar, sarayı bastı (19 Mayıs 1622). Altı
isim sayıyor ve bir ağızdan bağırıyorlardı: "Kellelerini isteriz! Verilmezse hal
başkaca olur!"
Yakınları padişaha yalvardılar:
"Zararın neresinden dönülse kardır sultanım.
Askere istedikleri kelleleri veriniz.
Vermezseniz karışıklık büyüyecektir."
Genç Sultan Osman sinirlenmişti:
"Bunları siz azdırmışa benzersiniz, billahi
önce sizi kırarım!"
Bu sert tepki karşısında sustular. Padişah bildiğinden dönmüyor, yeniçeriler ise saatler ilerledikçe azıtıyorlardı. Manzara korkunçtu. Sultanahmed Meydanı'ndan başlayan insan seli, Topkapı Sarayı'nın kapısı önüne yığılmıştı. Aralarına bir sürü de serseri karışmıştı. Bunlar, leş
kokusu almış kurt gibi bekliyordu. Fırsat düşerse İstanbul'u yağmalayacaklardı. Kalabalık dış kapıyı, orta kapıyı geçti ve "Babüssaade" denilen padişah kapısına dayandı. Artık kelle altı kelleyle de yetinmiyorlar,  bir ağızdan Sultan Mustafa'yı istiyorlardı:
"Senin padişahlığın bize lazım değildir,
biz Sultan Mustafa'yı isteriz!"
Bir grup, Sultan I. Mustafa'nın hapis bulunduğu yere gitti. Kapılar kilitliydi. Bunun üzerine kubbeye çıktılar. Tepeden odaya girdiler. Sultan I. Mustafa, "sinir hastası olduğu" gerekçesiyle tahttan indirilmişti. Fakat annesi, tekrar oğlunu tahta çıkarmaya çalışıyordu. Yeniçeriler kaldırılmıştı.  Böyle birinin padişah olması, Osmanlı Devleti'ni büsbütün karıştırabilirdi. Fakat bu sözlerin bir tesiri olmadı. "Biz istediğimizi bulduk" diye cevap verdiler, "Önceden padişahımız Sultan Mustafa idi, yine padişahımız odur." Alimleri zorlamaya başladılar:
"Hemen gelip Sultan Mustafa Han'a biat
ediniz!"
Alimler:
"Böyle şey olmaz!" diye direndiler. "Bir
kere, Sultan Osman hala padişahtır. İkincisi,
Mustafa Han'ın sıhhati namüsaittir. Padişahlık
yapması mümkün değildir."
Çeşitli kışkırtmalarla çıldırmış yeniçeri kararlıydı. Kararından döneceğe benzemiyordu.
Her şeyi göze almışlardı. Kılıçlarını çekip alimlerin gırtlağına dayadılar ve zorla I. Mustafa, ikinci defa Osmanlı tahtına çıkmış oldu (19 Mayıs 1622).

Genç Osman'ın sonu

Genç Osman için yapacak bir şey kalmamıştı. Tahtı elden gitmişti. Şimdi bahtını düşünüyordu. Şayet sağ kalırsa, bir gün yine tahtına kavuşma ihtimali vardı. İyice düşündükten sonra yeniçerilere sığınmaya karar verdi. Yeniçeri, ne olursa olsun, kendisine sığınanı şimdiye kadar ele vermemişti. Bu, kurt inine girmeye benziyordu, ama başka çaresi de yoktu. Yakınlarıyla helalleştikten sonra yeniçeri kapısına gitti. Yeniçeri ağası Kara Ali,
hala Sultan Genç Osman'a sadıktı. Ağlayarak ayaklarına kapandı:
"Padişahım, bu günleri göreceğime Allah
canımı alaydı!"
Genç Osman sakin görünmeye çalışıyordu. Fakat heyecanı yüzüne yansımış, yüzü
kızarmış:
“Ağa," dedi, "göster sadakatini. Bunca
ekmeğimi yedin, şimdi gayret sana düştü.
Git yeniçeri kullara söyle, davalarından
vazgeçerlerse her istediklerini vereceğim.”
Ali Ağa, yeniçerilerle konuşmaya gitti. Yalvarmaya başladı:
"Silahdaşlarım, padişahımız Sultan Mustafa mübarek ola. Amma Sultan Osman'ın
da üzerinizde bunca hakkı vardır. Geldi, ocağımıza sığındı. Ocağa sığınana zarar vermek, kitabımızda yazmaz. Onu koruyalım."
Kalabalıktan kudurmuş bir çığlık koptu:
"Urun, söyletmeyin!"
Zavallı Kara Ali Ağa oracıkta öldürüldü. Ağa kapısından Genç Osman'ı aldılar.
Uyuz bir eşeğe bindirdiler. O kadar üzgündü ki, etrafına bile bakamıyordu. Sarığı
düşmüş, başı açık kalmıştı. Bunu gören yeniçerilerden biri dayanamadı. Başından
başlığını çıkardı. Gözlerinde sicim gibi yaş olduğu halde Genç Osman'a uzattı:
"Temizcedir padişahım, mübarek başınıza koyun."
Genç Osman çok duygulanmıştı. Yeniçeri ve sipahiler arasında hala kendisini sevenleri vardı demek... Hala kendisini korumak istiyorlardı.  Canını kurtarabilirse, bir gün tahtını da kurtarabilirdi. Gerçi sevenleri hala vardı, ama düşmanları daha çoktu. Onu bu halde görmek için can atanlar, kahkahalarla gülüyorlardı. Genç Osman'a hakaretler yağdırıyor, alay
ediyorlardı. "Canım Osman Çelebi, meyhaneler basmak ne demekmiş, görür müsün? Yeniçeri
ve sipahileri taş gemilerine sürmek nasıl olurmuş bakalım?" Bir ara hakaretler o derece arttı ki, Genç Osman dayanamadı. .. Gözleri çakmak çakmak, öfkeyle isyancılara doğru bağırdı:
"Behey edepsiz melunlar! Ben padişahınız değil miyim? Nedir bu ettiğiniz rezillikler? Allah'tan korkmaz, Peygamber'den utanmaz mısınız?" Sultan Genç Osman böylece Orta Cami'ye götürüldü.

Orta Cami'deki olaylar

Bütün yeniçeri ileri gelenleri bu camide toplanmıştı. Ayrıca Sultan I. Mustafa, annesi ve Sadrazam Davut Paşa da oradaydı. Avluda yeniçeri ve sipahi kaynıyordu. Bazılarının aklı yavaş yavaş başına gelmeye başlamıştı. Bir ara minarelerden cuma selası verilmeye başlanınca, Sultan Genç Osman'ın öldüğünü sandılar. Bir ağızdan bağırmaya başladılar:
"Sultan Osman'a zarar verilmesin, kılına dokunulmasın! Şimdilik Sultan Mustafa padişahtır, ama Sultan Osman ocağımıza sığınmıştır, kılına bile zarar verilmesine razı
değiliz! Sultan Osman'ı görmek isteriz!" İçerdekiler bundan korktu.  Meselenin büyümemesi için Davut Paşa, Genç Osman'ı pencereye yaklaştırıp askere gösterdi. Bu sırada Sultan I. Mustafa da pencereye gitmişti. Bunu fırsat bilen Genç Osman, askere doğru şöyle seslendi:
"Görün ey ağalar, kendinize kimi padişah edersiniz? Vallahi devleti yıkarsınız, ocağınızı söndürürsünüz ..."
Herkes susmuştu. Genç Osman'ın sesinden
başka ses yoktu. Genç Osman devam etti:
"Hey ağalar! Gençlik sebebiyle, tecrübesizlikle bilmeden hatalar ettimse, siz etmeyin.
Şu halime bakıp ibret alın! Sabah padişah iken, şimdi 10 paraya muhtaç hale geldim."
Askerlerden bazılan bir kenara çekilmiş, ağlıyordu. Bunu gören Valide Sultan ve Davut Paşa'nın korkulan arttı. Ya asker karar değiştirir de Sultan Mustafa'dan vazgeçerse halleri ne olurdu? Genç Osman, boyunlarını vurmaz mıydı? Davut Paşa gizlice bir cellat getirdi.
Genç Osman'ın boynuna kement attırdı. Genç Osman vaktinde davranıp kemendi tuttu. Yaşlı yeniçeri subaylarına:
"Bu ne insaftır!" dedi, "İhtiyar babacıklarım, beni bu hallere düşüreceğinize, bari sarayda öldürseydiniz! Allah'tan korkmaz mısınız? Beni padişah istemez misiniz?"
Subaylardan biri öne çıkıp:
"Yok," dedi, "seni padişah istemeyiz, fakat öldürülmene de razı değiliz."

Yedikule Zindanı

Akşam olmak üzereydi ... Genç Osman'ı yeniçerilerin gözleri önünde boğamayacağını
anlayan Davut Paşa, bir çare düşündü. Genç Osman'ı bir pazar arabasına bindirdi, Yedikule Zindanı'na götürdü. Burası Genç Osman için ölüm kuyusundan farksızdı. Öldürüleceğini biliyordu. Hiç değilse mücadeleye karar vermişti. Cellatlar yağlı kementlerle içeri girdiklerinde onu karşı koymaya hazır buldular. Yüreklerine korku düştü. Boğmaya geldikleri
insan, birkaç gün öncesinin kudretli Osmanlı padişahı idi. Çekiniyorlardı. Ama Davut Paşa'nın emri kesindi. Mutlaka öldürülmesi isteniyordu. Valide sultan cellatlara kese kese
altın vaat etmişti. Kementleri fırlattılar. Genç Osman canını korumak için büyük bir mücadele verdi.  Fakat sonunda yakalandı. Hep birlikte üstüne çullanmışlardı. 'Allah'tan korkun!" diye mırıldandı. Ama cellatların gözlerini kan bürümüştü. Genç Osman'ı oracıkta öldürdüler. Valide Sultana götürmek için de kulağını kestiler. Yedikule Zindanı'nın yosunlu taş duvarları

bir süre çığlıklarla doldu. Sonra her taraf sümsükut oldu. Sultan Genç Osman ölmüştü (20 Mayıs 1622). Cenazesi gece yansı Topkapı Sarayı'na götürüldü. Ertesi gün de Sultan I. Ahmed'in türbesine gömüldü.

IV. MURAD



Sultan Genç Osman'ın kardeşi olan Sultan IV. Murad, 1612 yılı Temmuz ayının 27. Günü (cuma) günü İstanbul'da dünyaya geldi. Babası Sultan ı. Ahmed, annesi Mahpeyker Kösem Sultan'dır. Topkapı Sarayı'nda valide sultan dairesinde büyüdü. Birkaç kere canına kastedildi, fakat hepsinden kurtuldu. Çocukluğu devletin en karışık zamanına rastladığından, büyük dersler aldı. Sarayda olanı biteni dikkatle gözler, bundan sonuçlar çıkarıp değerlendirirdi. Bütün şehzadeler gibi iyi bir tahsil ve terbiye
gördü. Devrin ünlü bilginlerinden dersler aldı. Çok iyi bir şair ve iyi bir hattat idi.  Kendi el yazısıyla kaleme aldığı nefis fermanları bugün müzelerimizi süslemektedir. Şiirlerine "Muradi" imzasını atan Sultan iv. Murad, uzun boylu, iri vücutlu, yuvarlak yüzlü, ela gözlü ve beyaz tenli idi. Kaşlarının arası açık, sakalı siyahtı. Omuzları geniş, pazıları güçlü, bir boğayı kaldırabilecek kadar kuvvetliydi. Ağabeyi Genç Osman'ın alçakça öldürülmesi, yüreğini yakmıştı. "Bir gün Allah bana padişahlık nasip ederse, yapacağımı bilirim!" diyordu. Ve Allah ona padişahlık nasip etti: On bir yaşında olmasına rağmen saltanat yolları önüne açıldı ve kaderinin yolundan yürüyüp 10 Eylül 1623 Pazar günü atalarının
tahtına oturdu.

Küçük padişah

Yaşının küçük olması yüzünden önceleri kimse ondan çekinmiyordu. Devlet işlerine karıştırılmıyordu. Devleti annesi ve yeniçeri ağaları yönetiyorlardı. Bir şey söylemeye  kalksa:
"Daha çocuksun, hele sabret, senin emredeceğin vakit gelecek" diyorlar, tatlı ama kesin bir tavırla susturuyorlardı. Ve bütün bunlar, gencecik Sultan Murad'ın içinde yer ediyor, onu vaktinden önce
olgunlaştırıyordu. 1624 yılı başında Bağdat elimizden çıktı. Irak'ın büyük bölümünü kaybetmiştik.
Bunun haberi İstanbul'a gelince halk sokaklara taştı.  "Cennetmekan Kanuni Sultan Süleyman'ın
hatırası Bağdat, İran'a nasıl peşkeş çekilir?" çığlıkları kubbeleri çınlattı.Bağdat, Kanuni Sultan Süleyman tarafından  1534 yılının 28 Kasım'ında fethedilmişti. Yaklaşık 90 seneden beri Osmanlı idaresinde bulunuyordu. Fakat yine İranlıların eline geçmişti. Buna göz yumulamazdı. 3 Nisan 1624'te sadrazamlığa tayin edilen Çerkez Mehmed Paşa, 28 Mayıs 1624 Salı günü sefere gönderildi. İlk hedef de Erzurum'du. Abaza Mehmed Paşa'nın isyanını bastıracaktı. Oradan diğer asilerin üstüne yürüyecekti. Sadrazam Çerkez Mehmed Paşa, 5 Eylül 1624'te Kayseri civarında bulunan Karasu bölgesinde Abaza Mehmed Paşa'nın ordusunu bozdu. Fakat Abaza Mehmed Paşa'yı elinden kaçırdı..
28 Ocak 162S'te vefat eden sadrazamın yerine, 8 Şubat 162S'te Diyarbakır Beylerbeyi Hafız Ahmed Paşa sadrazamlığa getirildi. Bağdat üzerine gönderildi. Bağdat 13 Kasım 1625'te kuşatıldı. Ne yazık ki, yeniçeri eski yeniçeri değildi ... Artık canını dişine takıp, verilen her emri yapmaya koşmuyordu. Girişilen birkaç savaş kazanıldı, ama Bağdat alınamadı. Bu başarısızlığından dolayı Hafız Ahmed Paşa  adrazamlıktan uzaklaştırıldı, yerine Halil Paşa tayin edildi (1 Aralık 1626). Yeni sadrazam da bir varlık gösteremeyince yerine Hüsrev Paşa getirildi (6 Nisan 1628). Hüsrev Paşa, hala isyana devam eden
Abaza Paşa üstüne gitti. Erzurum'u kuşattı. Abaza mecburen teslim oldu (22 Eylül 1628). Ordunun büyük kısmı Bağdat önlerindeydi. Bağdat Kalesi'ne zaman zaman saldırılıyor, ama Bağdat direniyordu. Sultan Murad tahtta dokuz yılını tamamlamıştı. Ama devlet hala annesinin ve bazı yeniçeri zorbalarının elindeydi. Karışıklık sürüyordu. Yeniçeriler esas görevlerini unutmuş, İstanbul'da tüccarlığa başlamışlardı. Halktan zorla para topluyor, camilerde sigara içiyorlardı. Rüşvet almış yürümüştü, Yüzlerce yıldan beri devleti yükselten yeniçeri kılıcı, şimdi devletin böğrüne saplanmıştı.

Tartışma

Sultan Murad her şeyin farkındaydı. Ama devlet işlerine karıştırılmıyordu. Karışmaya kalkışınca genellikle annesi tarafından susturuluyordu: "Sen keyfine bak aslanım biz hallederiz" diyordu. Çok sabretmiş, kendince bazı planlar yapıp devleti içten ele geçirmeye karar vermişti. Zamanını bekliyordu. Bir şeyler yapıp devleti kurtarmalıydı. Millet de kendisinden bunu bekliyordu. Recep Paşa ikinci vezirdi. Ama bununla doymuyor, sadrazamlık istiyordu. Sadrazamlığın Hafız Paşa için düşünüldüğünü öğrenince küplere bindi. Kendi taraftarlarını ayaklandırdı. Yeniçeriler, başlarında zorbalar olduğu halde saraya saldırdılar. Padişah bu sefer çok kararlıydı: Hafız Ahmed Paşa'yı ikinci defa sadrazamlığa getirdi (25 Ekim 1631). Sultan Murad her şeyi öğrenmişti. Elinde sağlam deliller vardı. Bütün bunları Recep Paşa'nın tezgahladığını biliyordu. Biraz daha bekledi. Her geçen gün gücünü artırıyor,  annesinin ve diğer saraylıların baskısından kurtuluyordu. Asker içinde de taraftarlar bulmuştu. Esnaf ve halk tamamen Sultan Murad'ı tutuyordu. Bir gün İstanbul halkını, asi yeniçerilerin
karşısına çıkardı. Yeniçeri zorbaları bundan homurdandılarsa da, padişah isterse ölmeye bile hazır olduklarını bildirerek itaate mecbur oldular. Artık günü gelmişti. Padişah en büyük düşmanını yere sermeye ve devletin dizginlerini avuçlamaya hazırdı. Sadrazam Recep Paşa'yı saraya çağırdı. Daha önce perdelerin arkasına cellatları saklamıştı. Recep Paşa içeri girince durumu  fark eder gibi oldu. Sarardı: "Padişahım!" diye mırıldandı.  Padişah hiddetle Recep Paşa'ya döndü: "Hatırlar mısın paşa?" diye konuştu, 'Ayak divanına çıkmaya hazırlandığımız sırada, önümüzü kesip  Abdest al padişahım'
demiştin. Abdest alma sırası şimdi sende... " "Dinime, devletime, milletime ve padişahıma sadık kalacağıma, gerektiğinde canımı dahi esirgemeyeceğime yemin ederim!" "Hem valIahi, hem billahi, hem talIahi mi?" "Hem valIahi, hem billahi, hem tallahi!" Bundan sonra Sultan IV. Murad çok sert
tedbirlere başvurdu. Yeniçerilerin işlettiği kahveleri kapattı. Sigara dahil her türlü içkinin içilmesini, satılmasını yasakladı. Yeniçeri ve sipahileri isyana kışkırtanIarı bulup şiddetle cezalandırdı. Böylece Osmanlı Devleti'nin taht şehri olan İstanbul'da düzen kuruldu. Bu düzen bütün yurda tesir etti. Anadolu'daki isyan Recep Paşa korkudan titriyordu. Birkaç adım geriye attı. Sultan Murad hiddetle
haykırdı: “
Beri gel bre, topla zorba başı!"
Çaresiz yaklaşan Recep Paşa'yı tepeden
tırnağa donduran bir öfkeyle emretti:
"Bre hain, abdest al!"
Perdelerin arkasında hazır bekleyen
cellatlara seslendi:
"Şu hainin başını tiz kesin!" Recep Paşa'nın yalvarıp yakarması fayda etmedi. Başını kesip işini bitirdiler (18 Mayıs 1632).  Anadolu'daki isyancılar yakalandı. Ülke sükunete kavuştu (18 Haziran 1632).
Artık Sultan Murad, dış düşmanlarıyla hesaplaşabilirdi. ..

Seferlere çıkışı

Lehistan hükumeti şartları bozmuştu. İstanbul'daki karışıklığı fırsat bilip Osmanlı  topraklarına akınlar düzenliyordu. Sultan IV Murad ilk seferini Lehistan üzerine padişah, Davutpaşa'ya geçip karargah
kurdu. Bir hafta sonra da Lehistan üzerine hareket etti. Padişah Edirne'de iken durumu öğrenip korkan Lehistan hükumeti, anlaşma teklifinde bulundu. Bu istek üzerine anlaşma yapıldı ve padişah İstanbul'a döndü. Ama fazla beklemedi. Safevilere bir ders vermek lazımdı. Osmanlıların karışıklık
içinde bulundukları dönemlerde iyice şımarmışlardı. Padişah, Revan seferine çıkmak üzere 10 Mart 1635 günü İstanbul'dan hareket etti. İstanbul halkı, padişahı sevgiyle alkışlıyor, "Padişahım çok yaşa!" çığlıkları ortalığı çınlatıyordu. Ne zamandır padişahlar orduların başında savaşa gitmez olmuşlardı. Halk bunu görmeye hasretti. Asker kendisini Üsküdar'da bekliyordu. Sanki savaşa değil, bayrama gitmeye hazırlanıyorlardı. Mehter zafer marşları çalıyor, asker gülbank söylüyordu. Sanki bu asker
birkaç yıl önce kelle isteyen asker değildi. Eski haline dönmüştü. "Padişahın arkasında ölüme kadar gitme" andına yine sadıktı. Şanlı ordu 26 Temmuz 1635 Perşembe günü Revan Kalesi önlerine gelip karargah kurdu. İki gün sonra da kuşatma başladı. Sultan Murad'ın iki büyük seferi başarıyla bitmiş, ordu ve millet ne zamandır özlediği zafere tekrar kavuşmuştu. Başta İstanbul olmak üzere ülkenin her tarafında zafer şenlikleri yapılıyor, camilerde dualar ediliyordu.

Bağdat Fatihi

Padişah olduğu günden beri Sultan IV.Murad'ın niyeti Bağdat'ı almaktı. Şanlı ecdadı Kanuni Sultan Süleyman'ın hatırası olan bu kubbeler şehrini Safeviye bırakmayacaktı. Ama iç karışıklıklar şimdiye kadar Bağdat seferine çıkmaya izin vermemişti. Artık devletin ve ordunun idaresi, çelikten avuçlarındaydı. Ordu bir emriyle ölmeye hazırdı. Millet de padişahım çok seviyordu.

Hastalığı ve ölümü

Sultan iv. Murad bir süreden beri hasta idi. Osmanlılarca "damla," "nikris" veya "gut" isimleriyle tanınan hastalıktan rahatsızdı. Eklemlerindeki ağrı zaman zaman dayanılmaz hale geliyor, güçlükle ata binip güçlükle yürüyordu. Doktorlar ancak afyon (uyuşturucu) vermekle biraz olsun padişahı rahatlatıyorlardı. Afyon aldığı zamanlarda ağrıları biraz azalıyor, ama afyon vücudunu uyuşturduğundan yalpalayarak yürüyordu. Görenler de onu sarhoş sanıyorlardı. Bu yüzden, "IV. Murad'ın içki içtiği" söylentisi yayılmıştı. İstanbul'a döndükten sonra hastalığı daha da arttı. Yataktan çıkamaz hale geldi. Henüz 28 yaşında olmasına rağmen, gücü tükenmişti. Göz göre göre eriyor, doktorlar derdine derman olamıyordu. Nihayet 8 Şubat Çarşamba gününü 9 Şubat Perşembe gününe bağlayan gece çok ağırlaştı. Ağrıları dayanılmaz hale geldi. Saray çaresizlik içinde kıvranıyor, doktorlar
ellerinden geleni yapıyorlardı. Fakat günü bitmişti. Osmanlı Devleti'ni bataktan kurtarıp, çapulcu/yağmacı hale gelen orduyu düzene sokarak büyük fetihler yapmış koca padişah, o gece vefat etti (1640). Tam 16 yıl 4 ay 13 gün padişahlık yapmıştı. Yalnız padişahlığının bir bölümü çocukluğuna
rastladığı için, dizginleri kesin ele alışının üstünden sekiz yıl geçmişti. Bu kısa süreye büyük işler sığdırdı. Osmanlı Devleti için ikinci bir Yavuz Sultan oldu. Sultan iv. Murad'ı çok sert bulanlar olabilir.
Hatta tarihe insafla bakmaya alışmamış olanlar ona "zalim" bile diyebilirler. Ancak şu bir gerçek ki, Sultan iv. Murad sert olmasaydı Osmanlı Devleti toparlanamazdı. Onun kurduğu düzen sayesinde
devlet daha uzun yıllar ayakta kaldı, gücünü korudu. Sultan iv. Murad'ın türbesi İstanbul'da Sultanahmed Camisi'nin bitişiğindedir.

Çocukları

Sultan iv. Murad'ın Süleyman, Alaüddin, Mehmed, Ahmed isimli dört oğlu ile, Safiye, Rukiye, Kay Sultan, İsmihan, Gevherhan, Hanım Sultan isimli kızları oldu.

SULTAN III.AHMED



Sultan II. Mustafa'nın ana baba bir olan kardeşi Sultan III. Ahmed, Edirne'de tahta geçti (22 Ağustos 1703). Vakit geç olduğu için tören ertesi gün yapıldı. Atalarının tahtına oturduğunda 30 yaşın içindeydi. İyi bir tahsil ve terbiye görmüş, ünlü hocalardan dersler almıştı. Son derece zeki, hassas ve zarif bir insandı. Hem şair hem de hattat idi. Şiirlerine "Necip" imzasını atardı. Divan edebiyatımızın büyük şairlerinden sayılan Urfalı Nabi Efendi'nin şiirlerini de, kendisini de pek severdi. Gençliği serbest geçti. "Şehzadelerin öldürülmesi" geleneği kalktığından, rahat bir hayat sürdü. İstediği her şeyle ilgilendi. Böylece bilgisi de, görgüsü de arttı. Bunun sonucu olarak Avrupa'daki gelişmeleri inceledi ve matbaanın Osmanlı Devleti'ne gelmesi için çalıştı. Sürekli sadrazam değişiklikleriyle 1708
yılına gelindi ve ilk fetih sevinci İstanbul'u sevince boğdu. İspanyolların elinde bulunan Oran Kalesi, Cezayir Dayısı Bektaş Hoca tarafından fethedilerek, anahtarı İstanbul'a, Sultan III. Ahmed'e gönderilmişti. Böylece İspanya'nın Cezayir'le olan bütün ilgisi kesilmiş oluyordu.

Prut seferi

İlk defa 25 Aralık 1704'te sadrazam olup bu makamda ancak 2 ay 27 gün kalabilen Baltacı Mehmed Paşa, ikinci olarak 18 Ağustos 1708'de aynı makama getirilmişti. Akıllı, dirayetli, ileri görüşlü bir sadrazamdı. Rusların genişleme politikasını dikkatle takip ediyordu. Ruslar, Çar Deli Petro'nun "sıcak denizlere inip dünyayı ele geçirme" hülyasının peşinde koşuyorlardı. Baltık Denizi'ne ve Karadeniz'e hakim olacaklardı. Karşılarındaki en büyük güç ise İsveç Kralı XII. Charles idi. Tarihlerimizde "Demirbaş Şarl" adıyla anılan İsveç Kralı Charles, birkaç savaşta Rusya'yı yenmiş, fakat Pultava Savaşı'nı kaybetmişti (27 Temmuz 1709). Yakalanmamak için kaçan Demirbaş Şarl, Osmanlılara sığındı.  Bunun üzerine Rus kuvvetleri Osmanlı topraklarına girdi. Hudutları basmaya, köyleri yakıp yıkmaya başladılar. İstanbul'da ise Rus elçisi, sadrazama başvurup, İsveç kralı ile adamlarının kendilerine teslimini istedi. Sultan III. Ahmed barışçı bir padişahtı. Sarayın bahçesinden başka İstanbul'daki birçok bahçeye laleler ektirmiştir. Çiçek yetiştirmeyi, savaşmaya  tercih ediyordu. Fakat Rusların küstahça
tavırlarına dayanamadı. Rus elçisine çok sert bir cevap verip haddini bildirdikten sonra savaş meclisini topladı. Ruslarla savaşa karar verildi. Ve 9 Nisan 1711 Perşembe günü, Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem
Baltacı Mehmed Paşa, ordusunu alıp Davutpaşa Kışlası'na gitti. Oradan da Prut seferine çıktı. Prut Savaşı Ruslarla ilk savaş 19 Temmuz 1711'de yapıldı. Rus generali Petroviç Şerernetov'un komutasındaki Moskof ordusu püskürtüldü. Böylece ilk zafer kazanıldı. Venedik seferi Daha önce gördüğümüz Karlofça Anlaşması'yla, Venediklilerle barış anlaşması yapılmıştı. Fakat Venedik sık sık barışı bozuyordu. Anlaşma hükümlerini hiçe sayarak Akdeniz'deki ticaret gemilerimize saldınyorlardı.
 Padişah III. Ahmed, Sadrazam Silahtar Ali Paşa'yla ordu başında Edirne'ye hareket etti (1 Nisan 1715). Padişah Edirne'de kaldı. Sadrazam, Mora üzerine yürüdü. Vaktiyle Barbaros Hayreddin Paşa tarafından alındığı halde sonradan Venediklilerin eline geçen İstendil Adası'nı fethetti (7 Haziran 1715). Oradan Girit'e geçti. Bizzat yaptığı ve emrindeki paşalara yaptırdığı fetihlerle Venediklilerin Girit Adası'ndaki son kalelerini düşürüp bütün ilgilerini kesti. Bunun üzerine Venedikliler, Avusturya
ile ittifak etti. Osmanlı Devleti'ni Mora seferi yüzünden barışı bozmakla suçladılar. Alınan yerlerin geri  verilmesini, Aynca Venedik'e külliyetli miktarda savaş tazminatı ödenmesini istediler. Başka çaresi kalmayan Osmanlı Devleti, Nemçe (Avusturya) seferini başlattı. 5 Ağustos 1716 günü Avusturya ve Varadin'de yapılan savaşta Osmanlı ordusu bozuldu. Sadrazam Silahtar Ali Paşa şehit düştü. Düşman Temeşvar'a girdi. Ardından Belgrad'ı aldı. Nihayet Pasarofça Anlaşması imzalandı (21 Temmuz 1718).
Yirmi altı maddeden ibaret bulunan Pasarofça Anlaşması'na göre, "Eflak-ı Cesari" yahut "Eflak-ı Sagir" denilen bölge Avusturya'ya  terk edildi. Çuka adası ile Dalmaçya, Hersek ve Arnavutluk'ta Venediklilerin işgal ettikleri yerler Venedik'te kaldı. "İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi" yazan İ. Hami Danişmend'e göre Pasarofça Anlaşması, Karlofça Anlaşması'ndan daha zararlı olmakla birlikte, Osmanlı ordusu savaşamayacak kadar bozulmuş olduğu için, böyle bir anlaşmanın yapılması zaruret
ve hatta siyasi bir başarı sayılabilir ... Doğu'da fetihler Pasarofça Anlaşması'yla Avrupa'da barışı sağlayan Osmanlı orduları, Doğu'da zaferden zafere koşmayı sürdürüyordu. Gürcistan'da Tiflis ve Goru fethedildi (9 Temmuz 1723). Ardından Kermenşah (15 Ekim 1723), Hoy (6 Ağustos 1724), Revan
(3 Ekim 1724), Tebriz (3 Ağustos 1725) ve Gence (4 Eylül 1725) alındı.

Matbaanın kuruluşu

Avrupa'da Almanya'nın Mainz şehrinde dökümcülük yapan Gutenberg'in 1436 yılında İstanbul'un fethinden 17 yıl önce keşfettiği matbaayı Osmanlı Devleti'ne getirmeye çalışan padişah, Sadrazam Damat Nevşehirli İbrahim Paşa ve İbrahim Müteferrika, şiddetli bir direnmeyle karşılaştılar. Çeşitli engeller çıktı.  Bu engelleri din adamlarının çıkardığı, "matbaayı İslam dinine aykırı gösterdikleri" yolunda iddialar vardır. Ancak bunlar  doğru değildir. Çünkü matbaa, yine bir din adamı olan Şeyhülislam Abdullah Efendi'nin "Dinimize zararlı değil, faydalıdır" yolunda verdiği fetvayla getirilmiştir. Din adamları matbaayı dine zararlı bulsalardı, Avrupa'da basımı yapılan kitapların Osmanlı Devleti'nde satılmasına da karşı çıkarlardı. Oysa Sultan III. Murad'dan beri, Avrupa'da basılan kitaplar Osmanlı Devleti'nde satılıyordu. Sultan III. Murad bir fermanla bunu gerçekleştirmişti. Öyleyse neden Osmanlılar matbaayı getirmekte geciktiler? Bu soruya çeşitli cevaplar vermek mümkündür. Ama en önemlisi, Osmanlı Devleti'nde elle yazdıkları yazıdan hayatlarını kazanan katiplerin çokluğudur. O devirde yalnız İstanbul'da kalemiyle hayatını kazanan 90 bin katip bulunuyordu. Bunlar, "matbaanın gelmesiyle ekmeklerinden olacakları" nı düşünüyorlardı. Bu kadar insana bir anda iş bulmak da mümkün değildi. Bu sebeple matbaaya geçiş yavaş yavaş yapıldı. Bir ekonomik kriz doğmamasına çalışıldı.  Nihayet başarılı olundu: Katiplerin sayısı azaltıldı ve yalnızca din kitabı yazmaya memur edildiler. Matbaa da din kitabı basmayacaktı ... Böylece Osmanlı Devleti'ne
ilk matbaa geldi. İbrahim Müteferrika ilk matbaayı evinin bodrumuna kurup çalıştırdı. İlk olarak "Van Kulu Lügatı" basıldı (16 Aralık 1727).

Padişahın Doğu seferi

Bir süredir rahat duran Safeviler yine baş kaldırmıştı. 2 Temmuz 1730'da Nihavend'e saldırıp işgal etmişlerdi. Haber İstanbul'da bomba gibi patladı. Halk sokaklara döküldü. Sultan III. Ahmed de buna
çok kızdı. Topladığı olağanüstü meclis, savaş kararı verdi. Padişah Doğu seferini başlattı. 3 Ağustos 1730 günü İstanbul'dan Üsküdar'a geçip ordugah kurdu. Fakat bir türlü sefere çıkmadı. İstanbul'a dönmeyi de kendisine yakıştıramadığından 47 gün Üsküdar'da bekledi. Bu süre içinde İstanbul başsız  
kaldı. Bundan Patrona  Halil faydalandı ... Bayezid Hamamı'nda tellaklık yapan Patrona Halil, başına topladığı ipten kazıktan kurtulmuş serserilerle isyan etti (28 Eylül 1730). Hapishaneler basılıp mahkümlar serbest bırakıldı. Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa'nın 'Asakir-i Nizamiye" adlı yeni bir askeri sınıf kurması yüzünden zaten kızgın olan yeniçeriler de isyancılara katıldı. İstanbul günlerce çalkalandı. Esnaf dükkanını açamadı. Tam bir kargaşa oldu ... Padişah sarayına döndü, ama etraf iyice
karışıktı. Asiler 37 devlet büyüğünün kellesini istiyorlardı. Listenin en başında ise Damat Nevşehirli İbrahim Paşa vardı. Padişah, sevgili damadını idam ettirdi. Cesedini isyancılara gönderdi. Fakat isyancılar,bunun sadrazam olmadığını iddia edip padişahı yalancılıkla suçladılar. "Yalan söyleyen padişah bize lazım değildir, biz Sultan Mahmud Han Hazretleri'ni isteriiiz!" diye bağrışmaya başladılar.
Sultan III. Ahmed, isyancıların üstüne kuvvet gönderebilir, belki onları sindirebilirdi. Ama sonuçta kardeş kanı dökülürdü. Zaten 57 yaşındaydı. Hayatının 27 yılı tahtta geçmişti.  Bu ağır yükü daha fazla taşıyamayacaktı. Yorgundu. Hayatının kalan  kısmını kendine ayırmak, vaktini ibadetle, dua ile, okumakla geçirmek istiyordu. "Kendisinin ve yakınlarının hayatlarının bağışlanması" şartıyla saltanattan çekildiğini  bildirdi. Yeğeni Şehzade Mahmud'u çağırıp alnından öptü. Osmanlı tahtına oturttu. Kendisi dairesine çekildi (Ekim 1730). Böylece Osmanlı tarihinde bir devir daha kapanmış, yeni bir devir açılmıştı.

Kısa bir değerlendirme

Sultan III. Ahmed yumuşak bir padişahtı. Savaştan çok barış taraftarıydı. Bir tabiat hayranıydı. Çiçekleri çok severdi. Sanata aşıktı. Hanımlarıyla dikiş dikip oya yaptığı rivayet edilir ... Lale devri padişahı III. Ahmed'in hükümdarlığı  sırasında Temeşvar ve Belgrad, Osmanlıların elinden çıktı. Buna karşılık, Mora Yanmadası ile Aya Mavri Adası, Girit'teki son Venedik kaleleri fethedildi. Ruslardan
Azak Kalesi civan, Safevilerden bazı şehirler alındı. Kısaca söylemek gerekirse, III. Ahmed zamanında Osmanlı Devleti küçülmedi, hatta bir miktar genişledi. Matbaa gibi önemli bir kültür vasıtası Osmanlı
Devleti'ne getirildi. Fakat ekonomiye gerekli ilgi gösterilmedi. İsraf arttı. Lale yetiştirmek için avuç dolusu para harcandı… Sultan III. Ahmed, tahttan indirildikten sonra 5 yıl 9 ay daha yaşadı. Öldüğünde 63 yaşındaydı ( 1 Temmuz 1736). 

SULTAN III.SELİM




Topkapı Sarayı inliyordu. Acıların en zorlusuna çarpılmış, sevgili padişahını kaybetmişti. Rusların, işgal ettikleri yerlerde Müslüman halka yaptıkları zulmü duyan Padişah I. Abdülhamid, bu acıya dayanamayarak ölmüştü. Ama devlet işleri beklemezdi. Saltanat nöbeti kime geldiyse tahta geçmeli, devlet gemisi yeni kaptanının emrinde yürümeliydi. Ve nöbet, Şehzade Selim'indi.

İlk günler

Sultan III. Selim, Osmanlı tahtına geçtiği zaman 28 yaşındaydı. Diğer bazı şehzadeler gibi günlerini kapalı kapılar arkasında geçirmemişti. Sultan I. Abdülhamid bunun acısını hayatı boyunca hissettiği için bu yola başvurmamış, şehzadelerin halkla temasını yasaklamamıştı. Bu bakımdan serbest yetişti. Devletin giderek küçüldüğünü, eski halini kaybettiğini görüyor, yeniden dirilmek için çareler arıyordu. Bu sırada Fransızlar atağa kalkmışlardı. Dün Osmanlı Devleti'ne boyun büken Fransa, Avrupa'nın lideri olma yolundaydı. Bu olay, Sultan III. Selim'i Fransa'yı dikkatle incelemeye yöneltti. Bazı Fransız devlet
adamlarıyla mektuplaştı. Hatta bunların arasında Fransa kralının da bulunduğu, bazı tarihlerde yazılıdır. Osmanlı Devleti zor günler geçiriyordu.  Ruslarla savaş halindeydik ve işler pek iyi gitmiyordu.
Tahta geçişin dördüncü ayında ilk felaket haberiyle sarsıldı: Yaş bölgesindeki Rus ordusuna karşı 25 bin kişilik bir kuvvetle gönderilen Serasker (Savunma Bakam) Kemankeş Mustafa Paşa'ya Arnavut birlikleri ihanet etmiş, Avusturya ordusu da arkadan bastırınca Kemankeş Mustafa Paşa'nın kuvvetleri bozulmuştu. Ve tarihimizde "Fokşan bozgunu" adıyla anılan yenilgi baş göstermişti (1 Ağustos 1789) Bunun sonucu olarak Akkerman ile Bender Kalesi elimizden çıkmış, düşman Bükreş'e girmişti.

Yerköy Kalesi Zaferi

Prens de Cobourg komutasındaki Avusturya ordusu Yerköy Kalesi'ni sarmıştı. Ramazan ayı idi. Kalede herkes oruç tutuyordu. Yiyecek boldu, ama hayvanlar için yiyecek ot bulunamıyordu. Otlaklar Avusturyalıların işgalinde bulunuyordu. Bir gün cesur bir asker, ot getireceğini söyleyerek öküz arabalarıyla kaleden çıktı. Avusturyalılara başvurup izin istedi: "Sizin işiniz insanlarla. Hayvanları aç
bırakmak mertliğe sığmaz. İzin veriniz, bir miktar ot yolup kaledeki zavallı hayvanlara götüreyim ..."
Avusturyalı bir komutan izin verdi. Asker ot yolup arabalara yüklemeye başlayınca, bazı Avusturyalı askerler etrafını sardılar ... Alay etmeye başladılar. Hatta sövüp saydılar. Osmanlı askeri dişlerini gıcırdatmakla birlikte sabretti. Bir mesele çıksın istemiyordu. Ama Avusturyalıların niyeti mutlaka bir mesele çıkarmaktı. Hakaretlerine karşılık alamayınca kudurdular. Askerimize saldırıp alçakça şehit ettiler. Kesik başını da Yerköy Kalesi'nin önüne getirdiler, bir süngüye geçirip: "Hepinizin kellesini süngülerimize geçireceğiz, alçak Türkler!" diye bağırıp çağırmaya başladılar. Daha da ileri giderek padişaha ve Peygamber Efendimize dil uzattılar. Kaledekilerin sabır teli koptu, sabır taşı çatladı. Kale
muhafızlarını zorladılar. "Keferenin hakaretlerini daha fazla dinleyemeyiz. Daha düne kadar padişahlarımızın ayaklarına kapananlar bugün aslan kesilir. Billahi küffara haddi bildirilmeden dağılmayız!" Komutan da sabır taşını çatlatmıştı. Avusturyalılara unutamayacakları bir ders vermenin tam sırasıydı. "Pekala," dedi, "herkes hazırlansın, Hüda aşkı için cengimiz vardır. Peygamber Efendimize ve halife-i ruy-i zemine [padişaha] dil uzattırmayız." Dalgalar halinde kaleden çıkış başladı.
Düşman böyle bir karşılık beklemiyordu. Din ve devlet aşkıyla tutuşan yürekler, Avusturyalıların üstüne kor gibi düştü, düştüğü yeri yaktı kavurdu ... Kanlı bir boğuşma oldu. Avusturyalılardan beş bin asker  öldü. Sonunda dayanamayacaklarını anlayıp selameti kaçmakta buldular.  Topları ile erzakları, kaledekilerin ellerine geçti (8 Haziran 1790). Haber İstanbul'a ulaştığı zaman büyük şenlikler yapıldı. Ama bu da uzun sürmeyecek, düşmanın önce Kilya'ya (30 Ekim 1790), ardından İsmail Kalesi'ne girmesiyle (22 Aralık 1790) gelen acı, zafer sevincini gölgeleyecekti.

Koca Yusuf Paşa'nın ikinci sadrazamlığı

Osmanlı Devleti'nde "adam kıtlığı" devam ediyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi, kabiliyetli insanlar fazla yetişmiyordu. Bu yüzden bir sadrazam değişikliği gerektiğinde padişah, önce azlettiği Koca Yusuf Paşa'dan başkasını bulamadı. Sadrazamlık mührünü ikinci defa Koca Yusuf Paşa'ya verdi. Şerif Hasan Paşa'yı da idam ettirdi (15 Şubat 1791). Şerif Hasan Paşa'nın idamına sebep olarak
"dikbaşlılığı" gösterilir. Hem başaramıyor, ordu içinde söz geçiremiyor, hem de başarısızlıklarının sebebini padişaha yüklüyordu. Yazdığı mektuplar bir padişaha değil, sıradan bir insana bile ağır gelirdi. "Buna bile razıyız;" diyordu padişah,  "ama sadrazam olacak adam, bize mektup yazmakla harcadığı zamanı ordusunu düzene sokmakla değerlendirse ya ..." Gerçekten de sadrazamın ordu içinde sözü geçmiyordu. Ordu neredeyse başıboş hale gelmişti. Düzenden eser kalmamış disiplin çözülmüş, anarşi ve keyfilik baş göstermişti. Kilya ile İsmail Kalesi de bu yüzden kaybedilmişti. Aslında bağışlamayı bilen ve affetmeyi çok seven III. Selim, devlete karşı işlenmiş suçu bağışlamadı Zaten hep söylerdi: "Cenab-ı Hak yüreğimizi bilir. Şahsımıza karşı işlenmiş suçları affetmeye daima hazırız, ama dinimize, devletimize karşı suç işlenirse bunu affetmek elimizde değildir; hemen suçlunu başını keser, yerine adam buluruz; herkes yaptığının sonucuna katlanır."

Ziştovi Anlaşması

Osmanlı Devleti daha önce Prusya (31 Ocak 1790) ve İsveç'le (11 Temmuz 1789) birer anlaşma imzalamıştı. Bu iki devlet Avusturya'yı endişelendiriyordu. Ordularını Osmanlılarla birleştirmeleri halinde Avusturya'nın durumu kötüleşecekti. Öte yandan Fransa'da patlayan büyük ihtilal (1789) bütün Avrupa'yı derinden etkilemişti. Karışıklıklar hala sürüyordu. Kendisini garantiye almak isteyen Avusturya önce Prusya ile bir anlaşma imzaladı (27 Temmuz 1791). Ardından Avusturya hükumeti padişaha barış isteğini bildirdi.  Karşılığında, son savaşlarda aldığı Osmanlı topraklarından çekilecek, sadece Hotin'i elinde tutacaktı. Padişah teklifi kabul etti. Orduyu yeniden düzenlemek için zamana
ihtiyacı vardı. Bunun gerekli olduğunu, son savaşlarla gelen yenilgilerle iyice anlamıştı. Avusturya ile Ziştovi (Szistow) Anlaşması yapıldı. Anlaşma Yerköy Kalesi'nde imzalandı. On dört maddeden meydana geliyordu ve dokuz aylık süreyi kapsıyordu. Avusturya ile tam 3 yıl 5 ay 24 gün süren, birçok acıya mal olan savaş böylece dokuz ay içinde son buldu (4 Ağustos 1791). Bunun arkasından da Rusya ile Yaş Anlaşması yapıldı (9 Ocak 1792). İki anlaşmada Osmanlıların çıkarlarına uygundu. Rusların Osmanlı Devleti'ni bölme teşebbüsü bu anlaşmayla son bulmuştu. Ve 4 yıl 4 ay 27 gün süren Osmanlı-Rus Savaşı bitmişti. Bu savaşlarda Osmanlı Devleti'nin insan kaybı 330 bin civarındaydı. Ekonomik durum da bozulmuş, fiyatlar Alabildiğine yükselmişti. Ama devlet ayaktaydı…

Yeni ordu, yeni düzen

Ne zamandır III. Selim'in kafasını yeni Bir düzen kurma isteği meşgul ediyordu. Şehzadeliğinde ve padişahlığı sırasında Gördükleri hiç de iç açıcı değildi. Özellikle ordunun ıslahata ihtiyacı olduğuna inanıyordu. Son Rus ve Avusturya savaşlarında bu ihtiyacı çok şiddetle duymuştu. Osmanlı ordusunda
eski hava yoktu. Avrupa askeri alanda dev adımlarla ilerlemeye, yeni buluşlarla güçlenmeye başlamıştı. Ama Osmanlı Devleti yerinde sayıyor, yeni silahlarla modern eğitimle güçlenmiş ordulara karşı durması gün geçtikçe zorlaşıyordu. İlk adımını attı: Kendisi gibi ıslahat taraftan olan Damat Melek Mehmed Paşa'yı sadrazamlığa getirdi.  Gerçi ihtiyar ve gevşekti, ama padişahın her dediğini yapıyordu. Yeni bir düzene doğru giderken de böyle her dediğine  "evet" diyecek bir sadrazama ihtiyacı vardı. Acaba doğru mu düşünüyordu? Gerçi Gelmiş geçmiş hükümdarların çoğu, arzularına boyun eğen kişilerle çalışmak istemişlerdir. Ama özellikle yükselme devri padişahlarına baktığımız zaman, durumun çok değişik olduğunu görürüz. Onlar kendi düşüncelerini hemen kabul edenler çalışmak yerine, genellikle doğruyu gösterme cesaretinde bulunacak kişileri seçmişlerdir. Tarihimiz, padişahın fikirlerine karşı çıkan, isteklerini yerine getirmeyen sadrazamlarla, şeyhülislamlarla doludur.
Mesela Yavuz Sultan Selim gibi bir padişah, zaman zaman Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi tarafından bir çocuk gibi azarlanmış, ama sesini çıkarmamış, ihtimal bu yüzden fazla hata yapmamıştır. Her dediğine "evet" diyen dalkavuklarla etrafı çevrilmiş idareciler ise, dün hata etmişler, günümüzde de hata etmektedirler. Demek oluyor ki, üst seviyede bulunan idareciler, beraber çalışacakları insanları seçerken "evet efendim"cilerden uzak durmalı, acı da olsa gerçekleri haykıracak dürüst/cesur insanları tercih etmelidir. Tabii buna katlanmak zordur. Ama bunun sonucu güzeldir. Nitekim III. Selim sadece baş sallamanın, "evet efendim" demenin yeterli olmadığını çok kısa sürede görecek ve Damat
Melek Mehmed Paşa'yı 19 Ekim 1794'de sadrazamlıktan uzaklaştırıp İzzet Mehmed Paşa'yı tayin edecektir.

Yeni düzen isteği

Sultan III. Selim'in öteden beri modem silahlarla donatılmış talimli askerler istediğini, yenileştirme arzusu taşıdığını belirtmiştik. Ama bunun yeniçeriler arasında doğuracağı tepkileri de hesaplaması lazımdı. Bu bakımdan bazı paşalar ve özellikle şeyhülislam, acele edilmemesini tavsiye ediyorlardı. Padişaha göre ise kaybedilecek vakit yoktu. Bir an önce yeni orduyu kurmalı, sınırlarda her an çıkabilecek savaşlarda, eskiyen yeniçeri yerine bu ordu yer almalıydı. Bu inançla "Nizam-ı Cedit" ordusunu kurmaya başladı. Aslında yeniçeri ve sipahilerin tepkisinden o da çekiniyordu. Bunun için yeni ordu Bostancı Ocağı'na bağlanmış, adına da "Bostancı Tüfekçisi Ocağı"  denilmişti (24 Şubat 1793). Acı ki yeni orduyu eğitecek kabiliyette subay yoktu ... Eğitim de eskimişti. Önceleri Anadolu'daki büyük toprak sahiplerine küçük yaşta verilerek mükemmel şekilde yetiştirilen yeniçeriler, büyük zaferler kazanıyordu. Sonraları bu usul terk edilmiş, önüne gelen orduya alınmış, eğitim işleri tavsamıştı. Yeniçeriler: "Biz talime çıkmayız!" diyorlardı, "Cihanın yarısını talimle değil, savaşarak aldık; bize ülke gösterin, yine alalım ..." Diyorlardı, ama gösterilen ülkeleri almak şöyle dursun, kendi memleketlerinden toprak kaybediyorlar, son savaşlarda hemen her zaman yeniliyorlardı. Yeniçeri Ocağı'nın başarıları gitmiş, geride sadece eski başarılarla övünen bir güruh kalmıştı. Buna rağmen, acaba Yeniçeri Ocağı düzeltilemez miydi? Acaba eski haline getirilemez
miydi? Bazı tarihçiler: "Düzeltilemeyecek kadar bozulmuştu, ortadan kaldırılması lazımdı" derken, çoğunluk: "Yeniçeri Ocağı, eskiye sadık kalınarak tekrar düzeltilmeliydi" demektedir. Nitekim Sultan
IV. Murad, tarihinin en bozuk dönemini yaşayan Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmayı düşünmemiş, onu düzeltmeye çalışmıştır. Bunu başarınca da Bağdat'ın üstüne yürümüş ve büyük bir zafer kazanmıştır. Demek oluyor ki, başıbozuk, tam bir çapulcu kalabalığı haline gelmiş Yeniçeri Ocağı'ndan Sultan IV. Murad fatih bir ordu çıkarmıştır. Bunun yerine Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırmak ya da başka bir ordu kurmak istemiş olsaydı, çıkacak kargaşa belki devleti savuracak, Bağdat'ın fethi şöyle dursun İstanbul'u korumak dahi güçleşecekti.. Nizam-ı Cedit'in kurulmasına bin 602 asker ve subay ile başlandı. Sonradan 12 bin kişiye çıkarıldı. Fransa ve İsveç'ten getirilen öğretmenler, yeni ordunun eğitimiyle meşgul oluyor, modem usullerle asker yetiştiriyordu. Dışardan uzman getirmek de zamanın
şartlarında hoş karşılanmamıştı. Önce eğitime razı olan yeniçeriler, yabancı subaylara  subayların namaza dahi izin vermemesine kızdılar ve bunu bahane ederek eğitim alanına çıkmamaya başladılar. Sonuçta "Talim gavur icadıdır, biz yapmayız!" deyiverdiler. Nizam-ı Cedit bir yandan İstanbul'da
padişahın derin ilgisi, devlet adamlarının  sürekli teftişleriyle hazırlanırken, eyalet valilerine de fermanlar gönderilip Nizamı- Cedit birlikleri kurmaları emredildi. Yeniçeriler kendilerini "sahipsiz ve himayesiz" hissetmeye başladılar. "Üveyevlat" muamelesi görmekten yakınıyor, dertlerini saraya ulaştırmaya çalışıyorlardı. Ama padişah bütün ilgisini ve dikkatini yeni orduya  çevirmişti. Yeniçerilerle fazla alakadar olmuyordu. Ve memnuniyetsizlik Yeniçeri Ocağı içinde yayıldıkça yayılıyordu ...

Fransa'nın Napolyon Bonapart'ı

Fransa'daki büyük ve köklü değişikliklerden sonra hızla ün kazanan ve Fransız orduları başkomutanı yapılan Napolyon Bonapart, zaferden zafere koşuyordu. İtalya fethinden sonra Yunanlıların da teşvikiyle gözünü Mısır'a çevirmişti. Yeni düzenlemeler yüzünden Osmanlı Devleti'nin zayıf düştüğünden haberdardı. Nizam-ı Cedit ordusunu eğitmek için İstanbul'a gelen subaylar, bu yolda kendisine bilgi veriyorlardı. Yani bir bakıma Osmanlı Devleti'nin lehine çalışırken, bir bakıma da aleyhine casusluk yapıyorlardı. Nihayet Napolyon Bonapart, 19 Mayıs 1798'de donanmasıyla Toulon Limanı'ndan ayrıldı. Nereye gittiği bilinmiyordu. Hedef dikkatle saklanmıştı. Osmanlıların Mora valisi Hasan Paşa, "Napolyon'un Mora, Kıbrıs ve Girit'e saldıracağı" düşüncesiyle padişaha durumu bildirdi. Padişah da her ihtimale karşı buralara asker sevk etti. Napolyon Bonapart'ın Mısır seferine çıkan donanmasında 500 civarında savaş ve erzak gemisi le 50 bin civarında -Cevdet Paşa 60 bin der, diğer bazı kaynaklar ise 25 binden 36 bine kadar çıkarlar- asker mevcuttu. Bonapart önce Malta'ya saldırıp Saint- Jean (Sen-Jan) Şövalyeleri'nden Malta'yı aldı. 1 Temmuz 1798 günü İskenderiye Limanı'na
demirledi. Murabıt Körfezi'ne asker çıkarıp İskenderiye'ye hücuma geçti. Şehri savunmak için yeterli kuvvet olmadığından kolayca ele geçirdi. Derhal yayınladığı beyannamede, Osmanlı hükumetini desteklediğini, asi Kölemenleri cezalandırdığını  duyurdu. Tabii bu iddia gülünçtü. Çünkü saldırdığı topraklar Osmanlı Devleti'ne ait topraklardı. Ama Napolyon hala  Osmanlılardan çekiniyordu. Biraz sonra da korktuğu başına gelecek, Osmanlılar karşısında ilk yenilgisini alacaktı. Çok üstün silahlar ve modern kuvvetlerle saldırıya geçen Napolyon Bonapart, 22 Temmuz 1798 günü Kahire'ye girdi. Burada askerlerine bir konuşma yapan Bonapart, "Askerler!" dedi, "Bu ehramların üstünden size 40 asır bakıyor." Sürekli saldırılarla Mısır'ı ele geçiren Bonapart, iyice şımarmış, zafer sarhoşu haline gelmişti. Donanmasının karşısında kimsenin tutunamayacağını iddia ediyordu. Bu sarhoşluk ona pahalıya mal oldu. Bonapart'ın başarılarından ve özellikle Mısır'ı ele geçirmesinden son derece rahatsız olan İngilizler, Mısır fethinden dokuz gün sonra, Fransız donanmasını Abukir Koyu'nda kıstırdılar. Meşhur İngiliz amirali Nelson'ın komutasında bulunan İngiliz donanması, Fransız donanmasını perişan etti. Fransa ile bütün irtibatını kesti. Napolyon Bonapart da fethettiği Mısır'da adeta mahpus haline geldi (1 Ağustos 1798). Kıskacı kırmak ve Osmanlıları barışa zorlamak çarelerini araştıran Bonapart, Suriye'ye saldırdı. Önüne ne çıkarsa kasıp gün Akka'yı almaya çalıştı. Kale komutanı Cezzar Ahmed Paşa bütün imkansızlıklara rağmen direniyor, Fransızlara boyun eğmiyordu.
Napolyon çılgın biriydi. Generallere şöyle diyordu: "Korkunç bir savunma! Şayet Akka'yı alabilirsek, bizi kimse durduramaz ... " İmparator olduktan sonra ise şöyle diyecektir: "O zaman Akka'yı alabilseydim, şimdi Şark imparatoru olurdum ..." Napolyon Bonapart, çok önem verdiği Akka Kalesi'ni alamadı. Cezzar Ahmed Paşa'nın Serden geçtileri ile İstanbul'dan  alelacele gönderilen üç bin kişilik Nizam-ı Cedit ordusu, Napolyon Bonapart'ı durdurdu. Büyük kayıplar vererek geri çekildi (21 Mayıs 1799). Bu yenilgi, Bonapart'ın bütün hayatı boyunca tattığı yenilgilerin en büyüğüdür ve ilkidir. Bu yenilgi üzerine Mısır'da tutunamayacağını anlayan Bonapart, Fransa üstüne kurduğu imparatorluk
emellerini gerçekleştirmek için, ordusunu bile bırakarak Mısır'dan Fransa'ya kaçtı (22 Ağustos 1799). Her kafadan bir ses çıkan Fransa'da askeri bir darbeyle iktidarı ele alıp kendisini "imparator" ilan edecekti. Bu planını gerçekleştirebilmesi için Paris'te olması gerekiyordu. Mısır seferini kaybettiğini anlayan Fransa, 27 Haziran 1801'de geri çekilmeye başladı. 25 Haziran 1802 yılında Osmanlı-Fransız barış anlaşması imzalandı. Bu arada İstanbul'da iki sadrazam değişikliği olmuş, İzzet Mehmed Paşa'nın yerine de Hafız İsmail Paşa getirilmişti (24 Haziran  1805). Mısır valiliğine de, sonradan kanlı bir isyan hazırlayacak olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa tayin edilmişti (8 Temmuz  1805). Nizam-ı Cedit çalışmaları Sultan III. Selim, daha önce belirttiğimiz gibi, Nizam-ı Cedit'e (Yeni Ordu demektir) çok önem veriyor, Osmanlı Devleti'nin her tarafına yayılmasına çalışıyordu. Akka'da üç bin Nizam-ı Cedit askerinin gösterdiği gayreti iyiye yormuştu. Gerçekten de büyük bir gayretle savaşmışlardı. Ama Akka'da gayretle savaşmayan kimdi ki? ... Herhalde bu büyük zaferi üç bin Nizam-ı Cedit'in kazanması mümkün değildi. Yeniçeriler de en az onlar kadar canla başla çarpışmış, eski zaferleri andıran Akka zaferinde inkar edilemeyecek kadar önemli bir rol oynamışlardı. Padişahın bunları görmeyerek Akka başarısını sadece Nizam-ı Cedit'in zaferi sayması, yeniçerileri üzüyordu. Araya bazı kötü niyetli, evhamlı kişiler de girmişti. Çeşitli sebeplerle yeniçerileri  kıskandırıyor ve kışkırtıyorlardı. Bunun sonucu olarak, başta Tekirdağ olmak üzere, Rumeli'de yeniçeriler ayaklanmaya başlamışlardı. Yumuşak başlı padişah, şiddete yönelmek istemiyordu. Kardeş kanı akmasına taraftar değildi. "Etfal ve aceze-i nisvan paymal olur" (Yani: Çocuklar ve yaşlı kadınlar zarar görür) diyordu. Ve sürekli
olarak isyanı bastırmakla görevli paşalarına fermanlar gönderip kan akıtmaktan kaçınmalarını  istiyordu. İşi o kadar ileri götürdüler ki, Rumeli'de bulunan bazı şehirlerde padişahın adı anılmamaya başlandı. Hutbelerde dahi ismi okunmuyordu. Durum İstanbul'da duyulunca halk galeyana geldi. Padişah, isyanların üzerine eski Silistre valisi Eğribozlu ıbrahim Paşa ile Serez A.yanı İsmail Bey'i göndermek zorunda kaldı. İsyanı bastırmakta ağır davranan Sadrazam Hafız İsmail Paşa'nın yerine de  İbrahim Hilmi Paşa'yı getirdi (14 Kasım 1806). Böylece, bir sürü kanşıklığa sebebiyet verdikten sonra
isyan önlenebildi.

İhanet devri

Osmanlı Devleti'nin son zamanları adeta bir ihanetler devridir. Asırlardır Osmanlı himayesinde Osmanlılardan daha mutlu, daha zengin bir hayat yaşayan azınlıklar,  bütün bunları unutarak zaman zaman silaha sarılmış, yer yer Osmanlıları arkadan vurmuşlardır. Bir taraftan Arnavutlar, Sırplar, Bulgarlar ayaklanırken, diğer taraftan Araplar ayaklandı. Emir Suud ibni Abdülaziz'in liderliğinde isyan çıkaran Vahhabiler (ilk defa 1803'te başladı) Osmanlı Devleti'nin Ruslar ve İngilizlerle uğraşmasını fırsat bilerek 1807 yılında Medine'ye yürüdüler. Şehre giren Suud ibni Abdülaziz, İslam büyüklerine ait bazı türbeleri yıktı. Ancak halkın yalvarmaları sonucu Ravza-i Mutahhara'ya dokunmadı. Hutbede padişahın ismini kaldırttı. Mekke ve Medine'ye kadılar tayin ettirdi. Osmanlı Devleti'nin tayin ettiği kadıları kovdu ... Bunun acısı silinmemişken, "İngilizlerin İskenderiye'yi teslim aldıkları" öğrenildi (30 Mart 1807). Derken Kabakçı Mustafa İsyanı patladı…

 Kişiliği

Sultan III. Selim şair, musikişinas, hattat ve milletini seven bir padişahtı. Yumuşak huyluydu. Kan dökmekten nefret ederdi. Onun gözünde padişahlık bir hizmet sahasıydı. O da bunu yapmaya çalıştı. Bu arada bazı hataları oldu, ama temelde iyi niyetliydi, milletini ve devletini kendisinden çok düşünür, devletin gelişmesini isterdi.Cömertti, etrafındakilere armağanlar vermekten zevk duyardı. Özellikle şairleri, bestekarları ve hattatları korurdu. Zaten kendisi de iyi bir şair, Türk sanat musikisine "suzidil-ara" makamım kazandırmış çok iyi bir bestekardı. Sık sık Kulekapısı Mevlevihanesi'ne gider, Şair Şeyh Galib'i makamında ziyaret eder, çok kere cuma selamlığı da burada yapılırdı. Şeyh Galib'e divanını yazdırıp kenarlarını tezhiplerle süsletmiştir. Hattattı. Hat derslerini Abdülkadir Şükrü Efendi'den almıştı. Hayatı boyunca çok güzel hatlar yazdı. Biri Fatih Camisi'nin duvarlarını süslemektedir. Şiirlerine "İlhami" imzasını atardı. Saltanatı sırasında yeni binalar, okullar, kışlalar yaptırmıştır. Üsküdar sahilinde büyük ambarlar, bir cami ve bir de okul inşa  ettirmiştir. Bugün hala aynı maksatla kullanılan İstanbul Selimiye Kışlası da onun eseridir. İnşaatını o başlatmış, ama bitiremeden tahttan uzaklaştırtılmıştır. Bina sonradan Sultan II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid tarafından tamamlanmıştır. Fatih Camisi'ni yeniden tamir ettirmiş, Gül Kilisesi'ni de camiye  çevirmiştir. Toplam olarak 18 yıl 1ay 22 gün padişahlık yaptı. Tahttan indirildiğinde 46 yaşındaydı. 28 Temmuz 1808'de şehit edildi. Mezarı Laleli Camisi avlusundaki Sultan III. Mustafa türbesindedir. Elleriyle yazdığı bir Kur'an-ı Kerim'i, Konya'daki Mevlana türbesine armağan etti. İstanbul'da Eyüp Sultan Türbesi'nin etrafına gümüş bir şebeke yaptırdı, bir de altın kandil armağan etti. Hiç çocuğu olmamıştır.


2.Mahmud


Alemdar Mustafa Paşa,Sultan 4.Mustafa’yı tahttan indirmişti.Fakat 3.Selim öldüğünden dolayı tahta gelecek padişah yine kendisi yada Şehzade Sultan 2.Mahmut olabilirdi.4.Mustafa taraftarları Şehzadeyi öldürerek tekrar 4.Mustafayı tahta çıkarmayı planlıyorlardı.Ama 2.Mahmud seven yardımcılarının çabasıyla kaçırıldı.Bu şekilde başarılı olamadılar.Alemdar Mustafa Paşa çok üzgündü.3.Selim ölmesin diye ta nerelerden gelmişti halbuki.Fakat geldiğinde onu sadece taze ve sıcak cesedi karşılayabildi.2. Mahmudun tahta çıkması üzerine Alemdar Mustafa Paşayı kendisine Sadrazam tayin etti.
Sultan 2.Mahmud Osmanlı Devletinin 30. padişahıdır.İstanbulda dünyaya gelmiştir.Sultan 1.Abdülhamidin en küçük oğludur.Sultan 4.Mustafanın kardeşi olur.Annesi Nakşidil Sultandır.
24 yaşında Osmanlı tahtına geçen 2.Mahmud şehzadeliğinden beri yenilik taraftarıydı.Babası küçükken onunla sürekli bu konuları muhakeme ederdi.Bunun sonucunda Mahmud yaşı genç olmasına rağmen eğer ki bir gün tahta geçerse bu yolu izlemeye karar verdi.S
Saltanatın ilk demlerinde İstanbuldaki iç karışıklıkları önlemekle geçti.Daha sonra kendisine görüşmek isteyen yabancı teklifleri kabul etti.Nizam-ı Cedit ordusunu tekrar kurmayı arzuluyordu.Yarım kalan bu işi Alemdar Mustafa Paşa başta olmak üzere etrafındaki yenilikçilerle tamamlıyacaktı.Nizamı-ı Cedit ordusunu adı Sagban-ı Cedit olarak değiştirildi.
Alemdar Mustafa Paşa:Osmanlı Sadrazamı 1765te rusçukta doğdu.Rus savaşında aldığı savaşa karşın vezir yapıldı.3.Selim ölümünü engellemek amacıyla İstanbula gedi lakin başarılı olamadı bunun üzerine 2.Mahmudu tahta çıkardı.
İlk başta niyeti iyi olan Mustafa Paşanın yıllar  geçtikçe dikdatöre dönüşmesi gözden kaçılmadı.Bunun sebebi birazda bazı Rusçuk yaranının onu kışkırtması olabilirdi.Hatta bazen padişahı bile kale almadığı zamanlar olabiliyordu.Halk söylentileri Padişahın dahi kulağına gelmişti.Bu durumdan 2.Mahmud rahatsız oluyordu.
Önceleri Padişaha kimse laf etmiyordu.Herkes memnundu .Fakat Mustafa Paşanın yaptıkları üzerine Padişahın sesizliğini kınıyor ve hala neden idam kararına varılmadığını anlayamıyorlardı.Halkın bu söylentileri üzerine Yeniçeriler dolup taşmıştı zaten sagban-ı Cedit ten dolayı rahatsız oluyorlardı bide bunun üzerine adı sanı bilinmeyen biri Yeniçeri Ocağını kaldırılıcağını yayımladı.Bu olaylar sonucu yeniçeriler kazan kaldırdı.Ağa kapası önüne gelip Yeniçeri ağasını öldürdüler.Konağağın kapısını dayandılar Mustafa Paşayı cariyeleri ile  birlikte mahzene kapandı.Belki bir süre düşünüp hatasını anlamıştı ama artık çok geçti.Padişahın yardımını bekliyordı ama bir türlü gelmiyordu.Belliki padişahta onu gözünden çıkarmıştı.Bunun için belli sebepleri vardı.Kurtulamayacağını anlayan Paşa mahzenin oradaki cephaneliği ateşe vererek kendisiyle beraber 700-800 yeniçeriyi ölüme sürükledi.Daha sonra isyanda 4.Mustafanın parmağı olduğu ortaya çıktı ve idam karaı alındı.Babası 1.Abdülhamidin yanına gömüdü.
O zamanlar İstanbulda kardeşin kardeşe kıydığı dönemlerdi.Yeniçeriler ile Sagban-ı Cedit arasında korkunç bir çatışma vardı.Bu olayların üzerine Padişah Yeniçerilerin isteklerini  sordu.Sagban-ı Cedit ordusunun kaldırılması ve Rusçuk yaranın iktidarda söz sahibi olmamasıydı.Padişah istemeye istemeye isteklerini  yerine getirdi.Çünkü ortada rus tehlikesi vardı ve ordunun bir bütün olması gererkiyordu.
1809 1 Ocak Yusuf Ziyaüddün paşa sadrazam oldu.
Fransada imparatorluğunu ilan eden Napolyon Rus Çarı ileanlaşarak Osmanlı topraklarına saldırdı.Bunun üzerine Rus seferi ve Tatariçe zafari aldık.Bu zafer sadrazam Yusuf Ziyaüdün Paşaya ait idi.
Napolyan ikiyüzlülük yaparak ilk başta anlaştığı rusyanın topraklarına saldırmıştı.Onunda niyeti dünyaya hakim olmaktı.Bu bakımdan Rusya pençelerini Osmanlı topraklarından çekererk Bükreş anlaşması imzalandı.
Sadrazam değişikliği yaparak yerine Laz Ahmet Paşayı atadı.Fakat bundanda memnun kalmadı.Padişah sanki adam kıtlığı çekiyordu.Bir türlü istediği kişiyi bulamıyor.Sürekli sadrazam değiştiriyordu.Tepedenli Ali Paşa adamlarıyla birlikte ayaklanmıştı.Hükümet kuvvetleri tarafından Yanya kalesinde kıstırıldı.Kaleyi hükümet kuvetlerine karşı yaklaşık 1.5 yıl savundu.Bunun üzerine yunanlılar ümitlenmişti ve küçük isyanlar baş göstermeye başladı.Bu haberi  duyan padişah ne pahasına olursa olsun Ali Paşanın öldürülmesini istedi.Ali paşa alnından vurularak ölmiştü.Ama yunan halkı yinede direnmeye devam etti bu isyan istiklal sonucu son bulacaktı.
Yunanlılar örgütlenip “Etniki Eterya” adlı gizli bir cemiyet kurdu.Avrupadan yardım gördü ve isyana dönüştürdüler.Osmanlı Devleti Mısır ordusunun yardımıyla isyanı bastırdıysa da Yunanistan Avrupa Devletlerini yardımıyla bir süre sonra bağımsızlığını ilan etti
Yeniçeri ocağı bozulmuştu.İstanbulu fetheden ordudan çok farklıydı.Zaman zaman isyan ediyor zaman zaman da isyanlara alet oluyordu.Talime çıkmıyordu.Fazla başıbozuktu.
Sultan 2.Mahmud Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından yanaydı.Ama kararından emin değildi acaba doğru olan bumuydu diye soruyordu kendine.Bu sorunun  cevaplarında tarihçiler ikiye ayrılır kaldırılması gerektiğini savunanlar bide savunmayanlar diye.Savunmayalar bir nevi  haklıydı çünkü ocağın tekrak düzeltilme ihtimali vardı.Daha öncede bozulmuştu ama ıslah olmuşlardı.Yeniçeriler sürekli yeni gelen ordulardan sıkılıyor.Kendisinin üvey evlat muamelese görmesinden rahatsız oluyordu.Kendilerini Devletin geröek ordusu olarak görüyorlardı çünki.Ayrıca modern tarz düzenide sevmiyorlar gavur üslerden emir almak istemiyorlardı.Bazen talimlerede çıkıyorlardı.Belki masaya yatırılıp tekrar düzeltibirdi.Ama 2.Murad acele etti ve kışlaları toplatıı.Bu reva değildi hakketen içinde pek çok masum ve vatan yüreği ile tutuşan er vardı ama hepsi topyekun elden gitmişti.Onu yerine Asakir-r Mansure-i Muhammediye kuruldu fakat buda çok geçmeden Navarin Limanında kıstırılıp yok edildi.Düşman donanması fransız ruz ve ingiliz idi.Aniden bastılar ve 57 gemimizi batırıp 8000 askerimizi şehit ettiler.
Yeniçeri ocağının kaldırılması bir boşluk oluşturmuştu.465 yıllık ordu bir anda ortadan kaybolmuştu.Yerine getirilen orduda yok edilmişti.Ellerde bir şey kalmamıştı.Dahada kötüsü yıllardır Avrupa Devletlerini korkutan Yeniçeri Ocağı yoktu.Elimizdeki tek koz tek ümitti.Bunun üzerine Avrupalı devletler daha da cesaretlerndiler ve Yunanistanı Devlet olarak tanıdılar dolayısıyla bizde tanımak zorunda kaldık.
İç işlerde halen yenilikler devam ediyordu .Artık eski kıyafetleri sadece din adamları giyebilecektş yerine yeni kıyafetler gelmişti.
En acı olan Osmanlı Devletine bağlı olan devletlerin bir birbağımsızlıklarını ilan etmesiydi.En sonunda da hiç beklenmeyen isim Mısırdan Yunanistana yardım gönderen Ali Paşa olmuştu.
Bir yenilik ortaya daha çıktı buda 500 yıldır sadrazam denilen Padişah sağ kolunun ünvanın Başvekil olarak değiştirilmesiydi.
Alipaşa tekrar isyana geçmiş 5000 askeriyle anadoluya ilerliyordu .Osmanlı ordusunun kökleşmemiş ordusuyla karşı karşıya yapılan bu savaşta mağlup olunuldu.(Nizip)
Ard arda gelen başarısızlıklar sonucu verem olmuştu.Nizip yenilgisi İstanbula  ulaşamadan hayata göz yumdu.2.Mahmud tesadüf müdür bilinmez ama temmuz ayında doğup temmuz ayında tahta çıkıp temmuz ayında vefaat etmiştir.
Belki hataları olmuştur ama pek çok faydalı işler yapmıştır.Posta teşkilatı,rüştiyeler,tıp fakülteleri,harbiye,bahriye inşa ettirdi.İlk buharlı gemiyi satın aldı.Un kapanı Köprüsü kurdu.Ve daha pek çok şey.Müziği ve şiiri severdi özellikle Dede Efendi fasıllarını.Yine ilk resmi gazete ve belgrad bentlerini yaptırdı.


Sultan 2.Mahmud geniş omuzlu orta boyluydu.Belinden yukarısı daha uzun gibi durudu.Kumral sakallarını kısa kestirirdi.Bir çok hayır eseri vardı.Eskiyen camileri tamir ettiridi.Babası gibi Yenilik Padişahıydı.

Sultan Abdulaziz




Sultân Abdülaziz, 1830 yılında II. Mahmûd’un Kadın efendisi Pertev-niyâl Vâlide Sultân’dan Eyüp Sarayı’nda dünyaya gelmiştir. Haziran 1861’de ağabeyi I. Abdülmecid’in vefâtı üzerine Osmanlı tahtına çıkmış ve halk tarafından Sultân Aziz diye anılmıştır. III. Selim, II. Mahmûd ve I. Abdülmecid’in Avrupa’yı taklid eden ve çevreleri tarafından suiistimal edilen hayatlarının Osmanlı Padişahları hakkındaki ortaya çıkardığı menfi imajı, Sultân Aziz yaşadığı müstakim hayatıyla telafi etmiştir.Abdülhamid gibi velâyetine inanılan bir padişah olmuştur. İntihâr meselesi, tamamen sefih bir hayat yaşayan Hüseyin Avni Paşa ve bir kaç serseri subayın tertibinden ibarettir.

Mevlevî, hattât, pehlivan, bestekâr ve Arapça ile Farsça’ya vâkıf olan Sultân Aziz, Batı Musikisi hayranlığını Saray’dan çıkarmaya çalışmıştır. Ekibi, Tanzîmât’çıların ileri gelenlerinden olan Âli Paşa ve Fuad Paşa ile daha sonra Yeni Osmanlılar arasında yer alan Mithad Paşa ve arkadaşlarıdır. En büyük şanssızlığı ekibinin tam müstakim insanlar olmayışıdır. Sultân Abdülaziz, özellikle Sultân Abdülmecid devrinde devletin israflar ve sefâhetlerle sarsılan devlet nizâmına hemen çeki düzen vermekle işe başlamıştır. Saray’daki harcamaları durdurmuştur. Devletin hazinesinin kaçak verdiği kara delikleri kapatmaya çalışmıştır.

Zamanındaki ilk olay, Haziran 1861’de baş gösteren Sırp İsyanıdır. Karadağ İsyanı Ömer Paşa tarafından bastırılınca Avrupa ayaklanmış ve Eylül 1861’de İstanbul Mukavelesi imzalanmak mecburiyetinde kalınmıştır. Bu Protokol, Sırplara daha fazla muhtâriyet vermek manasına gelmektedir.
İkinci önemli olay, Sultân Abdülaziz’in üç taht vârisini ve çok sayıda devlet erkânını alarak Feyz-i Cihâd Vapuru ile Nisan 1863’de yaptığı Mısır Seyahatidir.Yavuz’dan sonra Mısır’a gelen ikinci Osmanlı Padişahı olması hasebiyle, Mısırlılar tarafından candan tezâhüratlarla karşılanmıştır. Bu arada, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu olan Mısır Valisi İsmail Paşa da istediğini elde etmiştir. Maalesef, sadrazam ve adamlarını elde ederek, daha önce ailenin en büyük erkek evladı Mısır Valisi olacakken, Mayıs 1866’da yayınlattığı bir fermanla, Mısır velâyetini kardeşi Mustafa Fâzıl Paşa’dan alarak oğlu Mehmed Tevfik Paşa’ya vermiştir. Daha sonra Osmanlı Maliye Nâzırlığına getirilen Mustafa Fâzıl Paşa, gizli olarak kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyetini destekleyerek bu intikamını almıştır. Haziran 1866’da Mısır Valilerine Hidiv ünvanı verildi ki, kral naibi demektir.

Osmanlı askeri içerdeki iktidar mücadeleleriyle çalkalanırken, Sırbistan’da yine problemler çıkıyor ve Osmanlı Devleti, Nisan 1867’de 345 yıllık hâkimiyetinden sonra Belgrad’ı tamamen Sırp Prensliğine terk ediyordu. 1864’de İyonya Adalarını Yunanistan’a bağışlayan İngiltere, Yunanlıları şımartmış ve Girit’te karışıklıklar başlamıştı. Rusya’nın da desteğiyle Eylül 1866’da Girit İsyanı başladı. Osmanlı Devleti enosis = Yunan’a iltihak’tan başka bir şey istemeyen Rumlarla anlaşamadı. Sadrazam Âli Paşa’nın bizzat Girid’e gelmesi üzerine Fransa, Rusya, Prusya ve İtalya işe karıştı ve Âli Paşa, Ocak 1868’de meşhur Girit Fermanını ilan etti. Artık ada Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında sanki ortak bir eyâlet gibi idi.

Bu arada Sultân Abdülaziz, kendi zamanına kadar hiç bir Osmanlı Padişahının yapmadığı ve 1950 yılına kadar da hiç bir Türk Devlet Başkanının yapmayacağı bir işi yaptı. Yani 46 gün sürecek Avrupa Seyahatine çıktı. Davet, III. Napolyon ve Kraliçe’nin davetiyle Paris’ten başladı. Çok büyük ilgi gördü. Arkasından Galler Prensi VII. Edward’ın karşıladığı Londra ziyareti ile devam etti ve burada Kraliçe Victoria ile görüştü. Halkın çılgınca alkışladığı Abdülaziz, daha sonra Brüksel’e geçerek Kral II. Leopold ile öğle yemeği yedi. Berlin seyahati davetini özürleri sebebiyle kabul edemeyen Sultân Aziz’le Prens Bismarck’ın tavsiyesiyle Prusya Kralı ve Kraliçesi, Berlin’e 460 km uzaklıkta bulunan Koblenz’e kadar gelerek görüştü. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki etkisini göstermesi bakımından önemli idi. İstanbul’a dönerken Viyana Garında Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı tarafından karşılandı. Daha sonra da Budapeşte’ye uğradı ve Vidin yoluyla İstanbul’a döndü (21.6.1867-7.8.1867).

Bu arada Osmanlı Devleti’nin idarî, hukukî ve siyasî ıslâhâtı da devam ediyordu. 1862’de günümüzün Sayıştay’ı demek olan Div’an-ı Muhâsebât ve 1868’de günümüzün Danıştay’ı olan Şûrây-ı Devlet kurulmuştu. Günümüzün Yargıtay’ı demek olan Divan-ı Ahkâm-ı Adliye de Abdülaziz devrinde tesis edilmişti.Mecelle’nin hazırlanması için hazırlıklar yapılmıştı. 1868-1869 kışında Yunanistan’la savaşa ramak kalması ve Paris Konferansı ile tatlıya bağlanması; Kasım 1869 tarihinde Süveyş Kanalının açılması, Abdülaziz döneminde meydana gelen önemli olaylardı.

Mustafa Reşid Paşa’nın yetiştirdiği mükemmel bir diplomat olan Âli Paşa’nın Eylül 1871’de vefat etmesi, Osmanlı Devleti açısından içte ve dışta tam bir yıkım oldu. Zira meşrutiyetçi görünen ve Yeni Osmanlılar Cemiyetinin mensupları olan Ziya Paşa, Namık Kemal ve benzerlerine gün doğdu. Rüşvetlerle Mısır Valiliğini oğluna vermeye çalışan Mısır Valisi İsmail Paşa da fırsatçılar arasındaydı. Osmanlı Devleti’nin kaht-ı ricâl devri başladı. Artık devlet, kültürlü ama vasıfsız bir sadrazam olan Mahmûd Nedim Paşa’nın; Mısır Hidivlerine dış borçlanma yetkisi vererek Mısır’ı İngilizlere bir nevi satan Mithad Paşa’nın ve tam bir cani olup Amerikalılardan açıkça rüşvet alan Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın elinde kalmıştı. 1876’da Mithad Paşa ve ekibinin akılsız tasarruflarından dolayı, dış borçlar 200 milyon altını geçiyordu. Rus Büyükelçisi Kont İgnatiyev’in tahrikleri ve Sadrazam Mahmûd Nedim Paşa, Adliye Nâzırı Mithad Paşa ve Ticâret Nâzırı Mahmûd Celâleddin Paşa’nın menfaatleri uğruna, Ekim 1875’de 6 Ramazan Kararnâmesi diye bilinen ve istikraz faizlerini % 50 indiren Kararnâme ilan edildi. Avrupa Devletleri ayağa kalktı. Bu arada Hersek ve Bulgaristan isyanları da alabildiğine genişleyerek devam ediyordu. Rusya’nın tahriki ile 6 Mayıs 1876’da Almanya ve Fransa’nın Selanik Konsolosları katledilince tansiyon fevkalade yükseldi. Devleti içte ve dışta rezil eden Mithat Paşa ve ekibi, suçu Sultân Abdülaziz’e yıkarak onu hal’ etmeye karar verdiler. İngiltere’yi arkalarına almışlardı ve onlardan para desteği alıyorlardı.

Önce rüşvet vererek üniversite talebeleri demek olan talebe-i ulûmu ayaklandırdılar. Bunun üzerine Osmanlı Devleti’ni yıkan ve tarihe 4 büyükler yahut Hal’ Erkânı diye geçen dört vasıfsız adam devletin en önemli makamlarına geldiler (11 Mayıs 1876): Mütercim Rüşdi Paşa sadrazam, Hüseyin Avni Paşa serasker, Mithad Paşa devlet nâzırı ve ehliyetsiz müfsid imam diye bilinen Hasan Hayrullah Efendi Şeyhülislâm oldular. Abdülaziz’in devlete verdiği yeni şekil ve özellikle de yeni donanmadan korkan İngiltere, kuklası olan Mithad Paşa’yı kullanarak Padişah aleyhindeki her hareketi takip ediyordu. 30 Mayıs 1876’da Harbiye Mektebi kumandanı Süleyman Paşa, çoğu Türkçe bilmeyen iki tabur askeri kandırarak Dolmabahçe Sarayı’nı bastı ve Padişah’ı tahttan indirdi. Hal’ fetvâsını Padişah’ın şuurunun bozukluğuna dayandıran Şeyhülislâm ise, hırsının esiri ve inkılabcıların oyuncağı olmuştu. Padişah hal’ edilmekle kalmadı; Dolmabahçe Sarayı tam manasıyla yağmalandı. Hüseyin Avni Paşa, hem hırsız ve hem de namussuz biri idi. Askere bahşiş dağıtılarak memnuniyetsizlikler bastırıldı. Artık 30 Mayıs 1876 tarihinden itibaren, bütün bu olup bitenlerin arkasında olan ve Osmanlı Padişahları arasında mason olduğu bilinen V. Murad Osmanlı tahtında oturuyordu. Sultân Aziz, 4.6.1876 tarihinde yani hal’ından 5 gün sonra, Hüseyin Avni Paşa’nın kiralık katilleri eliyle, kol damarları intihara benzeyecek şekilde kesilerek şehid edildi ve resmen intiharmış gibi gösterildi.

Sultan 5.Murad


Tanzîmât devrinin çocuğu olan V. Murad, Eylül 1840’da I. Abdülmecid’in Kadın Efendisi Şevketefzâ Vâlide Sultân’dan Çırağan sarayında dünyaya gelmiş ve 30 Mayıs 1876 yılında da 3 ay sürecek olan Osmanlı tahtına çıkmıştır. Sultân Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde ve hatta bilmeyerek de olsa katl olunmasında dahli bulunan V. Murad, alaturka terbiye usulleriyle büyütülmüş ve Arapça ile Fransızca’yı gençliğinde öğrenmiştir. 3 aylık padişahlığından sonra Çırağan Sarayında ikamete mecbur edilen V. Murad, Ağustos 1904’de şeker hastalığından vefat etmiştir.
Hayatı diğer Osmanlı padişahları gibi müstakim olmayan V. Murad, Sultân Abdülaziz ile çıktığı Avrupa seyahatinde, Avrupalıların ilgisini çekmiş ve Galler Prensi Edward’ın yakın dostluğunu kazanarak 1867’de mason olmuştur. İstanbul’da Murad Locasını kurdurtan da odur. İngiltere, kendi siyasi emellerine uygun hale getirdiği V. Murad’ın padişah olmasını ve Mithad Paşa’nın da sadrazam olmasını bütün imkânlarıyla desteklemiştir. Talebe-i ulûm isyanında da, askerin siyâsete karışarak Dolmabahçe Sarayını basmasında da ve Abdülaziz’in katlinde de bunların rolü olmuştur.
Tahta çıktıktan sonra, Yeni Osmanlılar Cemiyetinin emirleriyle hareket eder olmuştur. Sadrazam Mehmed Rüşdü Paşa, Serasker Hüseyin Paşa ve Mithad Paşa umduklarını bulamamış ve halk nezdinde olup bitenler konuşulduğundan dolayı, halk desteğini kaybetmişlerdir. V. Murad’ın aklî melekesi zaten karışık olduğundan, amcası Abdülaziz’in hal’i ile ilgili ayrıntılı bilgileri öğrenince iyice dengesini kaybetmiştir. Nihâyet 15 Haziran 1876 gecesi, Girit isyanını görüşmek üzere toplanan vükelâ meclisini basan Sultân Abdülaziz’in kayınbiraderi ve hünkâr yaveri olan Binbaşı Çerkez Hasan, tabancasını çekerek Serasker Hüseyin Avni Paşa’yı, Hâriciye Nâzırı Râşid Paşa’yı ve bazı görevlileri öldürmüştür. Olaydan etkilenen V. Murad’ın aklî melekesi iyice bozulmaya ve dengesiz hareketler yapmaya başlayınca, uzmanlardan hastalığı ile alakalı rapor alınmış ve buna dayanılarak verilen fetvâ ile 31 Ağustos 1876 tarihinde hal’ına karar verilmiştir. Daha sonra sıhhatine kavuşmuş ise de, II. Abdülhamid’in hem iyi davranması ve hem de tedbirler alması sebebiyle devlete zarar verememiştir.
2.Abdülhamit

Sultân Abdülhamid Hân, Osmanlı Padişahları arasında en uzun süre tahtta kalanlardan biridir; Osmanlı Devleti’ni yakından ilgilendiren çok önemli olayların saltanatında meydana geldiği nadir padişahlardandır ve en önemlisi de hakkında en çok eser bulunan bir devlet adamıdır. Bir iki sayfada onun şahsiyetini ve devrindeki olayları özetlemek mümkün değildir. Bu sebeple sadece bazı olayların ana hatlarını vermeye çalışacağız.

II. Abdülhamid, I. Abdülmecid’in 4. Kadınefendisi olan Çerkez asıllı Tîr-i Müjgan Kadınefendi’den Çırağan Sarayında Eylül 1842 yılında dünyaya gelen oğludur. 10 yaşında annesini kaybeden Abdülhamid, manevi annesi Başikbal Perestû Hanımefendi’nin terbiyesi altında büyümüştür. 28 yıl II. Abdülhamid’in vâlide sultânlığını ifa etmiştir. 


Milletin Sultân Hamid dediği II. Sultân Abdülhamid, şehzâdeliğinin ilk günlerinde musiki dersleri almış; 1850’den itibaren devrinin âlimlerinden hat, Arapça, Farsça, Osmanlı Edebiyâtı ve diğer İslâmi İlimleri ders almıştır. Özellikle hadisden Buhari okuyan Abdülhamid, devrin Maârif Bakanından politika ve iktisad, Vak’anüvis Lütfi Efendi’den Osmanlı Tarihi derslerini dinlemiştir. 


Kendinden önceki padişahlardan farklı olarak, Şâzelî tarikatına intisap eden Abdülhamid, 1879’dan itibaren Kadiri tarikatının derslerini almaya başlamış ve ömrünün sonlarına doğru Nakşibendi tarikatına da intisap eylemiştir. 


Bu bir kaç satırlık bilgiden anlaşılacağı üzere, Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatını tam bir İslâm âlimi ve siyâset ve devlet adamı olmaya vermiştir. Amcası Abdülaziz zamanında ziyâretlerde ve seyahatlerde bulunan Abdülhamid, Fransız İmparatoriçesi, Avusturya Kralı, Prusya Veliahdı, Galler Prensi, Fransa Prensi, Şeyh Şâmil ve Emir Abdülkadir gibi, batılı ve doğulu devlet adamlarıyla tanışmış ve onlardan istifade etmesini bilmiştir. Babasının tabiriyle kuşkulu ve sükûtî oğul olan Abdülhamid, kurulduğu yıl Yeni Osmanlılar Cemiyetine girmiş ve ancak gayelerinin bozuk olduğunu anlayınca ayrılmıştır.

Hayat tarzı itibariyle Sultân Abdülaziz’e benzeyen, şarklı, tam bir Müslüman, tam bir Osmanlı ve tam bir Müslüman Türk olan Abdülhamid Han, takvâ ve dindarlığı sebebiyle halk arasında veliyyullah olarak bilinmiştir. Dedesi II. Mahmûd’a ve Reşid Paşa’ya hayran olduğu ifade edilen II. Abdülhamid, babası I. Abdülmecid ile ağabeyi Murad’ın alafranga hayatının devlete ve millete zarar verdiğine inanıyordu. 31 Ağustos 1876’da, akıl hastası olan V. Murad’ın yerine, Midhat Paşa ve Mütercim Rüşdü Paşa’yı ikna ederek Osmanlı tahtına oturan II. Abdülhamid, dış ve iç düşmanların bütün gayretlerine rağmen, 27 Nisan 1909 yılına kadar Osmanlı tahtında oturmayı başârmıştır.


II. Abdülhamid, Midhat Paşa ve ekibini taltif ederek tahta çıkmış ve maalesef Meclis-i Mebusan’ın kapatıldığı Şubat 1878’e kadar da, idarede hep onların sözleri geçerli olmuştur. Neticede bu bir buçuk yıl kadar zaman, Osmanlı Devleti’nin çöküş ve hatta yıkılış yılları olmuştur. Rus askerlerinin Yeşilköy’e kadar geldiği bu acılı günlerin faturasını II. Abdülhamid’e yüklemek çok büyük hata olacaktır. Bu devrenin en önemli olaylarını şöylece özetlemek mümkündür:

Midhat Paşa ve Rüşdi Paşa’ların meşrutiyetle alakalı şartlarını kabul ederek II. Sultân Abdülhamid Hân ünvanını alan Sultân Abdülhamid, Aralık 1876’da Midhat Paşa’nın entrikalarından bıkarak istifa eden Rüşdi Paşa’nın yerine Midhat Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Osmanlı Devleti tam bir isyan ülkesi haline gelmiş ve bu durum açık denizlere girmek isteyen Rusya’nın iştahını açmış olmasından dolayı, Düvel-i Muazzama, İstanbul’da Tersane Konferansını tertip etmişlerdir. İngiliz baş mürahhası ve Türk dostu olan Lord Salisbury ısrarla Rus-Osmanlı savaşına taraftar olmadıklarını söylemesine ve Rus Çarı II. Aleksandr da, barışçı bir tavır izlemesine rağmen, Midhat Paşa, padişahla münakaşayı bile nazara alarak Rusya’ya harp ilan edilmesini savunmuştur. Midhat Paşa ile aynı fikirde olanlar, sadece Rusya’daki Panslavistlerdi. 

Böyle bir dönemde, Osmanlı Devleti Midhat Paşa ve ekibinin ısrarıyla, 23 Aralık 1876 tarihinde I. Meşrutiyet’i (Taclı Meşrutiyet veya 93 Meşrûtiyeti de denmektedir) ilan etti ve temel itibariyle 1960 yılına kadar yürürlükte kalacak olan ilk yazılı Anayasasını yani Kanun-ı Esâsî’yi ilan etti. Bundan cesaret alan, Midhat Paşa ve ekibi, ordunun harp istediğini, Rusya’nın yenileceğini ve İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin yanında harbe katılacağını iddia ederek, harp ilanına karşı olanları vatan hâini ilan ettiler. II. Abdülhamid bunlardan hiç birini kabul etmiyordu ve ancak çaresizdi. Harp tekliflerini incelemek üzere Ocak 1877’de toplanan Meclis-i Meb’usân’ın 240 üyesinden 60’ı gayr-i müslim idi. Karar, harp ilanının lehine çıktı ve Osmanlı Devleti’ni yıkılışa götüren bu karar, Rusya ile Osmanlı Devleti’nin başbaşa kalmasına sebep oldu. Memleketin felakete gittiğini gören II. Abdülhamid, Midhat Paşa’yı Şubat 1877’de azletti ve sürgün etti. Bu arada Düvel-i Muazzama, evvela büyükelçilerini İstanbul’dan çektiler ve sonra da Mart 1877’de Londra Protokolünü imzaladılar. Tersane Konferansından daha hafif teklifler ihtiva eden bu konferansı, Rus Çarı kabul etti ve sadece harp isteyen aşırı milliyetçileri teskin için Karadağ’a Nikşi Kazasının bırakılmasını istedi. Bunu Kanun-ı Esâsi’ye aykırı bularak reddeden Bâb-ı Âli, Nisan 1877’de büyük Rus-Osmanlı Savaşının yani halkın ifadesiyle 93 Harbi’nin başlamasına yol açtı. Fiilen Haziran 1877’de başlayan bu harb Ocak 1878’de Osmanlı Devleti’nin her şeyini kaybetmesiyle sonuçlandı. 93 felâketi, Şubat 1878’de Meclis-i Meb’ûsân’ın kapatılmasını ve II. Abdülhamid’in ikinci saltanat devresinin başlamasını netice verdi. Tarihçilere göre bu bir buçuk yıllık devreden II. Abdülhamid sorumlu değildi. 


30 yıl kadar süren bu devreye, II. Abdülhamid’in şahsî idare devri veya muhâliflerinin ve maalesef Cumhuriyet dönemi tarihçilerinden bir çoğunun ifadesiyle istibdâd devri (devr-i istibdâd) denmektedir. Bilançoları çok ağır olan 93 felâketinin devleti yok edeceğini gören basiretli devlet adamı II. Abdülhamid, Meclis-i Meb’ûsân’ın bağımsız Ermenistan, Pontus ve Kürdistan gibi devletlerin kurulmasını tartıştığını görünce, 13.2.1878’de Meclis’i fesh etti. Alman Devlet Adamı Bismark, “bir devlet millet-i vâhideden mürekkeb olmadıkça, meclisin faydadan ziyade zarar vereceğini” ifade ederek tasvip etti. Rus Çarı zaten memnundu. Durumdan rahatsız olan İngiltere, V. Murad’ı padişah ve Midhat Paşa’yı sadrazam yapmak için Genç Osmanlılardan Ali Suavi’yi tahrik ederek, tarihe Çırağan Baskını veya Ali Suavi Vak’ası olarak geçen elim olayı patlattı. Arkasında, İngiliz Büyükelçisi Lord Elliot ve yerine gelen Lord Layard ile Ali Suavi’nin İngliz ajanı olan hanımı Mary vardı. 23 ihtilâlcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid’i hafiyye denilen gizli teşkilâtını kurarak daha sıkı idareyi ele almasına mecbur etti. 

İç buhranlarla perişan olan ve her iki cephede de mağlup duruma düşen Osmanlı Devleti, Yeşilköy’e kadar gelen Ruslarla, İntihar Andlaşması denilebilecek olan 3.3.1878 tarihli Ayastafanos Muâhedesini imzaladı. Ancak düvel-i muazzama denilen İngiltere, Fransa ve Avusturya yani Almanya’nın bundan rahatsız olmaları üzerine, 4,5 ay sonra bu andlaşma yok sayıldı ve 13.7.1878’de Berlin Muâhedenâmesini imzalayarak varlığını 30-40 yıl daha uzatmış oldu. Berlin Muâhedenâmesi de, Osmanlı Devleti’ni, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a tam istiklâliyet vererek Avrupa’dan tasfiye ediyordu. Bosna-Hersek Eyâleti Avusturya’ya verilirken, otonom bir Bulgaristan Prensliği kuruluyordu. Karadağ’a bir kaza bırakmamak uğruna, devlet, Avrupa’dan siliniyordu. 

Berlin Muâhedenâmesinden cesaret alan Ermeniler, 1895-1896 yıllarında Doğu Anadolu’da katliamlara ve bağımsız bir Ermenistan kurma teşebbüslerine giriştiler. II. Abdülhamid, teşkil ettiği Hamidiye Alayları ile bu tehlikeyi bertaraf etti ve dahi denecek kadar mükemmel olan dış politikasıyla, büyük devletlerin işe karışmasına mani oldu. Ermeni isyanlarına karşı sert tedbirler alan II. Abdülhamid, Ermeniler tarafından Kızıl Sultân diye anılmaya başlandı. İttihâdcılar ve Cumhuriyet dönemindeki sözüm ona bazı aydınlar da, aynen Ermeniler gibi, bu ünvanı kullanmaya devam etti. Ermenilerle ilgili batılı devletlerin baskılarını, imtiyaz ve maddi menfaat gibi her çeşit imkânı kullanarak durdurdu ve İngiltere bu diplomatik girişimler üzerine Çanakkale Boğazına kadar getirdiği Akdeniz filosunu geri çekti.

Ermenilerden bir netice alamayan İngiltere, dış borç batağına sapladığı Hidiv İsmail Paşa’dan Süveyş Kanalı tahvillerini de satın aldı. Bunun üzerine Mısır’a baskı yapmaya başladı. 1879’da Hidiv’in azledildiği Mısır, yine sükûn bulmadı. İngilizlerin Mısır’a hücum etmesi üzerine, II. Abdülhamid’in Mısır’a başbakan tayin ettiği Arabî Paşa’ya bağlı ordu Eylül 1882’de İngilizlere yenildi. Artık Mısır, fiilen İngiliz işgali altındaydı. 

Bu arada büyük devletlerin tahriki ile iyice şımaran Yunanistan, Epir (Yanya) ve Girit Eyâletlerine göz dikerek Osmanlı Devleti’ne harp ilan etti. Ancak Osmanlı orduları Yunanlıları bir kaç defa mağlup ettikten sonra Atina’ya kadar yaklaştılar. Yunanistan’ın sulh talebi üzerine, araya yine büyük devletler girdi ve son söz yine onların oldu. Aralık 1897’de imzalanan İstanbul Andlaşmasına göre, Tesalya geri veriliyor ve Girit’e muhtâriyet tanınıyordu. 

İçte ve dıştaki bütün menfiliklere, Ermenilerin püskürtülmesi ve Yahudilere Filistin’de arazi verilmeyerek geri çevrilmeleri sebebiyle bütün Batılı devletlerin ve lobilerin aleyhteki faaliyetlerine rağmen, II. Abdülhamid, hiç bir zaman vazgeçmediği ittihâd-ı İslâm (İslâm Birliği) siyâseti sebebiyle halkı tarafından sevildi ve tutuldu. Neticede Devleti de ayakta durdurdu. 1902-1903 yıllarında Vilâyât-ı Selâse denilen Kosova (Üsküb merkezli), Selanik ve Manastır çevrelerinde, Makedonya İhtilâli başladı ve yine büyük devletler araya girerek Osmanlı Devleti’ne baskı yapmaya başladı. Ermeni komitacıları ve milletlerarası siyonizmin temsilcileri, davalarına engel gördükleri II. Abdülhamid’i yok etmek üzere, terörist Belçikalı Jorris ile anlaştılar. 21 Temmuz 1905’de Cuma Selamlığında patlayan bomba, Padişahı yok etmek için patlatılmıştı; ama Allah korudu. İngilizler de boş durmuyordu; 1905’de Yemen’de isyan çıkardıkları gibi, II. Abdülhamid’in Akabe Kasabasına asker göndermesine müsaade etmek istemeyen İngiltere ile de savaş için burun buruna gelindi. İngilizlerin altın verdiği Arap kabileleri Osmanlı ordusuna saldırdı ise de bunlar bertaraf edildi. İngilizler Hicaz demiryolu ile Bağdad demiryolunun acısını böylece çıkarmak istiyorlardı. Neticede Tâbe ve Akabe arasındaki sınır, Mısırlı ve Osmanlı subayları tarafından yeniden çizildi.

Dış ve iç baskılara rağmen 30 yıl Osmanlı Devleti’ni büyük sıkıntılarla ayakta tutan II. Abdülhamid, bu idareyi devam ettirmek için bazı zecrî tedbirlere baş vurmak mecburiyetinde kalmıştı. Ancak bundan da önemlisi, Ermeni ve Yahudi meselesi yüzünden bütün basın ve Avrupa kamuoyu tamamen aleyhine geçmişti. Bu aşırı propagandalara rağmen, Müslüman halk, veli bildiği Padişaha itaat etmeyi ibadet telakki ediyordu. Ancak menfi güçlerin tahriki ile genç aydınlar ve askerler arasında, 93 felaketi ile memleketi sürüklediği uçurum unutularak, körü körüne bir Midhat Paşa hayranlığı yeniden başlamıştı. Yeni Osmanlılar veya Genç Türklerin fikirleri yeniden dirildi. 1890 yılında bir kısım Harbiye ve Askerî Tıbbıye talebelerinin teşebbüsü ile gizlice kurulan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, II. Abdülhamid’in azlini gaye edinen bir hareket idi ve asker siyâsete yine karıştırılmıştı. Ermenilerin ortaya attığı Kızıl Sultân iftirası, bunlar tarafından da kullanılmaya başlandı. Daha sonra anlatacağımız gibi, İttihâdcı Prens Sabahaddin Bey, Abdülhamid’in Ermeni kâtili olduğunu söyleyecek kadar azıttı. III. Ordudaki Tal’at Bey, Enver Bey, Niyazi Bey ve benzeri genç subayları da arasına katan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kazandığı gücü teröre transfer edecek kadar dengeyi kaybetti. Hareketlerine karşı koyanlara mürteci damgasını vuran İttihâd ve Terakkiciler, II. Abdülhamid’e temel hükümleri zaten yürürlükte olan Kanun-ı Esâsi’yi tamamen yürürlüğe sokmak ve Meclis’i açmak üzere baskı yaptılar. 23 Temmuz 1908’de II. Meşrûtiyet ilan edildi. Bu iç kargaşadan istifade eden Bulgaristan ve Bosna-Hersek Osmanlı Devleti’nden ayrıldı ve İttihâdçıların ittihâd-ı anâsır fikrinin ilk acı meyvesi bu oldu. İttihâdcıların basiretsizlikleri yüzünden, 240 üyeli meclisin sadece 140’ı Türk olmak üzere Meclis-i Meb’ûsân 17 Aralık 1908’de açıldı. Azınlıklar, demokrasi geldi diye devlete bağlanmadılar ve bilakis devlete isyan etmeye başladılar. Müslümanların kanına giren Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler ve benzeri azınlıklar için af ilan edildi. İstanbul’da Ermeni ihtilâli yapıldı; ama suçlu Müslümanlar oldu. Bunu fırsat bilen İngilizler ve diğer Osmanlı düşmanları, Üçüncü Ordudan İstanbul’a sevk edilen avcı taburları tarafından 31 Mart Vak’ası denilen ihtilali çıkardılar. Asker ve bunlara katılan hamallar gibi sıradan insanlar, şerî’at elden gidiyor diyerek devlete karşı ayaklandılar. İttihâdçıların hem Abdülhamid’den kurtulmak ve hem de muhâliflerini ve samimi dindarları ezmek için tertip ettiği bu olay, İstanbul’a gelen Hareket Ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. 

Neticede Meclis’i toplayan İttihâdcı Tal’at Bey, 27 Nisan 1909 tarihinde, silah tehdidi altında Meclis’den hal’ kararını çıkardı ve içinde hiç Müslüman Türk bulunmayan dört kişilik heyetle (Yahudi Emanuel Karaso, Ermeni Komitecisi Aram Efendi, Arnavud Es’ad Toptani Paşa ve Gürci Ârif Hikmet Paşa) hal’ kararını II. Abdülhamid’e tebliğ ettirdi. Böylece Osmanlı Devleti’nin yıkılış trendi, maalesef hız kazanmıştı.
Sultan Vahdettin

 Osmanlı İmparatorluğu'nun 36. ve son sultanı ve 115. İslam halifesidir. Sultan Vahidettin'den sonra Padişahlık kaldırılmış, fakat İslam Halifeliği saltanatı Abdülmecit tarafından devam ettirilmiştir.
Sultan Abdülmecid'in sekizinci oğlu ve kendisinden önce tahta geçen V. Murad, II. Abdülhamid ve V. Mehmed Reşad'ın küçük kardeşidir.
Çok küçük yaşta anne ve babasını kaybetti. Sultan Abdülmecid'in ikballerinden Şayeste Hanımefendi tarafından büyütüldü. Tahta geçiş sıralamasında çok aşağılarda olduğu için gözden uzak bir yaşam sürdü. Gençlik yıllarında gizlice medrese derslerini takip etmiş, bu özelliği ile tahta çıktıktan sonra kendisine arz edilen şer'i konulara müdahale edebilecek derecede yetkinleşmiştir.
İlk evliliğini bu dönemde, ablası Cemile Sultan'ın sarayında görüp beğendiği Emine Nazikeda Hanım ile yapmıştır. Cemile Sultan, çok sevdiği Nazikeda üzerine başka bir eş almaması şartı ile Vahideddin'in talebini kabul edeceğini bildirdiğinde ablasının şartını kabul etmesine rağmen, bu evlilikten dünyaya Sabiha Sultan ve Fatma Ulviye Sultan geldikten sonra doktorların tıbben bir daha doğum yapamayacağı bildirilmesi üzerine eşinin de rızasını alarak başka evlilikler yaptı. 1912'de tek oğlu Mehmet Ertuğrul dünyaya geldi.
Ağabeyi II. Abdülhamit'in uzun padişahlığı sırasında, Çengelköy'de mimar Alexandre Vallaury'ye yaptırdığı köşkünde münzevi bir hayat yaşadı. Diğer şehzadeler hakkında padişaha jurnal yazmakla suçlandı.
V. Mehmed Reşad tahta geçtiğinde, Sultan Abdülaziz'in oğlu Yusuf İzzeddin Efendi veliaht oldu. Yusuf İzzettin'in 1 Şubat 1916'da bir yurt dışı seyahatine çıkacağı gün henüz aydınlatılamayan bir şekilde intiharı üzerine Vahidettin veliahtlık makamına yükseldi. 1917 Aralık ayında yaveri Mustafa Kemal Paşa eşliğinde beş haftalık Almanya seyahatine çıktı. 3 Temmuz 1918'de Sultan Reşat'ın ölümü üzerine 57 yaşında tahta çıktı.
Tahta çıkışından kısa bir süre sonra şöyle dediği anlatılır:
"Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhde eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz."
1918 yazında ordu ve donanmaya bir Hatt-ı Hümâyun göndererek Başkomutanlığı üzerine aldığını bildirdi. Devlet yönetiminde aktif bir rol alacağının işaretlerini vermişti ancak iki büyük sorunla karşı karşıya idi: bir yandan, bir felakete dönüşen I. Dünya Savaşı'nı en az hasarla sona erdirmek; öbür yandan, 1913'ten beri imparatorluğa egemen olan İttihat ve Terakki rejimine karşı bir siyasi alternatif oluşturmak. Tahta geçer geçmez, İttihat ve Terakki önderliğine muhalefetiyle tanınan Mustafa Kemal Paşa'yı Suriye Cephesi kumandanlığına atadı.
8 Ekim 1918'de savaşın kaybedileceğinin anlaşılması üzerine Talat Paşa başkanlığındaki İttihat ve Terakki kabinesi istifa etti. Yerine Ahmet İzzet Paşa başkanlığında bir kabine kuruldu ve bu kabine savaşı bitiren Mondros Mütarekesi'ni 30 Ekim 1918'de imzalandı. İzzet Paşa'nın "artçı" kabinesinin de sadece 25 gün süren iktidardan sonra istifası üzerine Padişah diplomat Ahmet Tevfik Paşa'yı 13 Kasım'da sadrazamlığa getirdi.
urtuluş Savaşı 9 Eylül 1922'de İzmir'in Kurtuluşu ve 13 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi ile sona erdi. Bu sırada İstanbul henüz İtilaf Devletlerinin askeri işgali altındaydı. 6 Ekim'de TBMM ordusunu temsilen Refet Bele komutasındaki bir askeri birlik İstanbul'a girdi. Bu günlerde basın organları Vahideddin aleyhinde geniş çaplı ve kamuoyunda etki yapan yayınlarda bulundular. Padişah Vahdettin'in Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında ölüm fermanı imzalamasının ve Milli Mücadele karşıtı tavırlarının, son padişahın vatan haini olduğunu açıkça göstermekte olduğunu düşünen halk arasında bazı gruplarca hakaret ve tehdit içeren gösteriler yapıldı.
Kurtuluş Savaşı 9 Eylül 1922'de İzmir'in Kurtuluşu ve 13 Ekim 1922'de Mudanya Mütarekesi ile sona erdi. Bu sırada İstanbul henüz İtilaf Devletlerinin askeri işgali altındaydı. 6 Ekim'de TBMM ordusunu temsilen Refet Bele komutasındaki bir askeri birlik İstanbul'a girdi. Bu günlerde basın organları Vahideddin aleyhinde geniş çaplı ve kamuoyunda etki yapan yayınlarda bulundular. Padişah Vahdettin'in Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında ölüm fermanı imzalamasının ve Milli Mücadele karşıtı tavırlarının, son padişahın vatan haini olduğunu açıkça göstermekte olduğunu düşünen halk arasında bazı gruplarca hakaret ve tehdit içeren gösteriler yapıldı.
İngilizler Vahdettin'in İngiltere'ye gelmesini kabul etmediği için devrik padişah bir süre Malta'da kaldı. 1922 sonunda Hicaz kralı Hüseyin'in daveti üzerine hacca gitti. 20 Nisan 1923'e dek Hicaz'da kaldı. İngiltere'nin baskısı üzerine buradan ayrıldı.
Bir süre İtalya'nın Cenova kentinde yaşadı. 11 Haziran 1923'te San Remo kasabasında Mısır kraliyet ailesinden bir prensin maddi yardımıyla kiralanan bir villaya taşındı. Bu dönemde başlangıç bölümünü kendi el yazısıyla yazdığı, kalan bölümlerini yakınlarına dikte ettirdiği anılarını kayda geçirmiştir.
Kurtuluş Savaşı zafer ile neticelendikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti 1 Kasım 1922’de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kanun ile ilan etti. Vahdettin'in adı hutbelerden kaldırıldı. Bunun sonucunda Sultan Vahdettin 17 Kasım 1922 Cuma günü Dolmabahçe Sarayı'ndan Malaya harp gemisi tarafından alınıp Malta Adası’na götürüldü. Oradan Melik Hüseyin’in daveti üzerine Mekke'ye oradan da İtalya'daki San Remo şehrine giderek bu şehirde ikamet etti. Vatan topraklarına gömülmek en büyük arzusuydu.Fakat bunun gerçekleşmeyeceği kendisine söylenmişti.H,ç değilse müslüman toprağına gömülmek istedi Selahaddin eyyübinin türbesini  seçmişti.Maalesef oda olmadı cenazesine haciz konuldu.Mezar Taşı bile yoktu.Nihayet Sultan Selim camiisine gömülmüştü.
Öldüğünde 65 yaşındaydı.Çok çekmiş sıkıntılı günler geçirmişti.Nihayet  vatandan uzak yabancı topraklarda zaruret içinde ölmüştü.Kimseye karşı kini yoktu.Çok sevdiği vatanı tarafından hain gözükmesine sebep olan kişilere bile..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder